20 Haz 2010

İçim, çık dışarı!

Nihayet geldi... Ayrı geçen bunca zamanı sığdırmaya çalıştığımız 11 saatin ardından, içim çıktı arkasından el sallarken. Evet, "içim çıktı" cümlesini sadece ondan ayrıyken çektiğim acıları tarif etmekte kullanıyorum. Birgün evde oturmuş, "züğürt ağa" filminin "ben karı istirem" sahnesine kusa kusa ağlayabilecek kadar bilincimi yitirmişken bulmuştum bu cümleyi. "İçim çıktı ulan yeter artık!" diye bağırıp ağzımdan çıkan cümleye güldüm birkaç saniye, bu da hatırlanası kıldı işte onu. Sonra yine behü-böhü...

Ankara’da şu anda nasıl bir sağanak, gök gürültüsü ve fırtına var anlatamam. İnsanın yanında birinin olmasına ihtiyaç duyacağı bir an varsa tam olarak şu andır yani. Benimse elimde sadece bulup bulup yitirdiğim bir sevgilim var uzun zamandır, şansıma tüküreyim... Evet, tekrar başlamaya karar verdik biz. Bir an mala bağladık ve ben asla konuşamayacağız sandım konuşmamız gerekenleri. Bazı anlarda “benim burada ne işim var?” diye bile düşündüm. Çünkü ölesiye korkuyorum başa dönmekten. O cehennemlere tekrar girmekten, çıkamamaktan...

Harika geçen bir haftanın sonunda bir cehennem gecesi; deli gibi bir kavga... Ben çileden çıkmışım tabi, neredeyse dalacağım karşımdaki adama cüsseme bakmadan. Cüsseyi bırak, öyle bir delirmişim ki üslup, edep hak getire... Yüz ellinci kez kovdum, gitti. Bu defa “gitti de gelmeyecek” diye çıldırdım. Çünkü zaten başka bir şehirde yaşıyor bir süredir, izne gelmiş bir hafta için ve o gece son gecesi. Ertesi gün gidecek, beni unutacak, ben de böyle içimde onunla, daha bir saat önce birlikte yaptığımız yemeğin bulaşıkları, vazoda aldığı çiçekler, heryerde kokusu, izi... Kalakalacağım sonsuza kadar. Böyle bu evde kokup, içimden çürüyüp, böceklenip gideceğim. Nasıl bir acı allahım, tövbe çıkmaz içimden bin beşyüz yıl...

Kendimi yerlere çarpıyorum, nefes alamıyorum, ciğerlerim, kalbim iflas etti, edecek. Ellerim ayaklarım uyuşuyor falan böyle. Ruhsal boyutu geçti de fiziksel yani durum ciddi ciddi. Ağlamak falan değildi o ki “bönürmek” kelimesi de bu durumu anlatıyor. Böyle kendini önce yere atıp, sonra ayağa kalkıp, sonra yine yere atıp, aralarda kafayı duvara geçirip, kalorifer peteklerine tekme atıp, bağıra bağıra, sümüklerin aka aka, saçın başın japon korku filmi kızı modeli olmuş; eline geçirdiğini fırlatıyorsun yere... Saat gecenin bilmemkaçı olmuş zaten. Dedim "ben deliriyorum", yetmedi. Sonra dedim "ben öleyim".

Bir yandan şarabı dikiyorum şişeden, bir yandan bönürüyorum. Nasıl bir acı, nasıl bir acı... Hayır koskaca kadınım, ben böylesini görmedim o güne kadar. Yani o anda en yakının öldü deseler, umrumda olmaz. Böyle de manyaklık hali yani aşk acısı dediğin. Bir kendine duyarlısın, bir de acıyı oturtup gidene. Şimdi bunu okuyan bana “Hala ergen kafasında, salak kadın. Dünyanın zilyon tane derdi var, şunun yaptığına bak” falan diyordur da, o işler öyle olmuyormuş arkadaşım. Zira o günlere kadar ben de olsam senin söylediğini söylerdim şu satırları okuyunca. Başına gelmesin inşallah, hiç gelmesin.

Hayır bir de bende –bin kere lanet, evlerden ırak- bir bpd durumu var ki, sürekli “ha oldum, ha olucam” yaşıyorum. Sen her gece zönk diye karşına çıkıp korkudan altına s*çtıran güve kelebeğini, kertenkeleyi, örümceği bir hamlede ham yaparsın, ben hepsini itinayla kavanoza alıp terasa geri götürüyor, ardından bir de nasihat verip yolluyorum. Bir su dökmüyorum arkalarından, o kadarı da manyaklık olurdu kanımca. Bir gecede "12 güve kelebeğini doğaya kazandıralım" rekorum var, şahitlerim de var yani. Etrafta olup biten herşeyi böyle içselleştirmem benim lanetimken bir de kendi hayatımı yaşarken duygu-durumlarımı düşün. Yani işin tuhafı dışarıdan bakan da “ne şanslı kız, hayat buna güzel.” falan der. Öyle de kabuk yapmışım vakti zamanında kendime ki nasıl becerdim hala bilmiyorum.

Neyse işte ben bu durumdayım ve (bir manyaklık daha yaptım da onu söylemeye bile utanıyorum) hatırlamıyorum tabi o halde, eski sevgilimi aramışım bununla kavga ederken. Sinirliyim, canım yanıyor ya, can yakacağım. Halbuki sadece arkadaşım o şahıs benim ama bu kıskanıyor ya, o kafayla intikam alıyorum. “ben çok kötüyüm, gel beni kurtar” demişim. Akıllara bak! Ben deli divane çırpınıyorum, zil çaldı. Dayanamadı geldi diyorum kafamdan, bir de baktım gelen eski sevgilim. Bir panik halinde, gözleri pörtlemiş, yoldayken kafasında kurmadığı felaket senaryosu kalmamış. Tabi ben o halde tarzanca anlatıyorum “o... gitti... yok artık... bitti... gitti... var... o... gitmek...” neyse az buçuk durumu bildiğinden çaktı hafiften olayı, beni teselli etmeye çalışıyor ama ne mümkün.... Susturabilene aşk olsun. Yerdeki cam kırıklarını, döküleni edeni toparlayayım diyor, ben daha çok ağlıyorum “dokunmaaağğğ!” diye. Son hatıralar ya onlar, kimse dokunmayacak onlara, bozmayacak. Yakarım!

“Hastaneye gidelim” falan diyor. O öyle dedikçe ben bir de “demek o haldeyim” diye düşünüp, halime acıyorum, ağlıyorum. Acım katlanıyor, büyüyor, içim çıkıyor ağlamaktan, bönürmekten... Sonra bir mallık geliyor üzerime. Böyle kalıyorum. Gözler net görmüyor, “merhaba, ben Subötey. Moğol ırkındanım ben kendim” diyorlar adeta. Bu durmadan konuşuyor ama ne diyor ki bu adam yani? Bir kelime cımbızlıyorum söylediklerinin içinden, hadi ben yine biryerlere gidiyorum, başlıyorum ağlamaya.

Yatağa gidiyorum, yastığa yorgana sarılıp ağlıyorum. İki dakika sonra salonda yere çökmüş ağlıyorum. Mutfakta bulaşıklara sarılıp ağlıyorum. Adam da korkuyor kendime birşey yaparım diye, tin tin peşimde. Sonra nasıl oldu hatırlamıyorum ama –yorgunluktan herhalde- salonda bir koltuğa sızmış kalmışım. Bu da diğerine. Gözümü bir açtım, hayır... Olmam gereken yer burası değil. Yanımda olması gereken kişi o kişi değil. Hatırladım hemen olanları ve anında bir bönürme hali vuku buldu yeniden. Yazık adam öyle uyandı bir de düşünün. Kalktı. Bir taraftan konuşuyor, teselli ediyor, bir taraftan elinde ıslak mendiller suratımı siliyor. Mendiller simsiyah. Rimellerim akmış bütün gece, heryerim rimel olmuş. Mendilleri görüp zavallılığıma ağlıyorum. İçim yana yana, yakıla yakıla. O gün birşey yemedim. Ağzıma doğru gelen her çatalı reddettim. Su içmedim. İstemedim. Yaşamın devam ettiğini hatırlatan hiçbirşey yapmak istemedim. Canım acımadı arkadaşlar, canım çıktı...

Sonraki aşamaya nasıl geldiğimi ise hiç hatırlamıyorum. Hatırladığım sadece küçük bir koltuğa sığışıp, günlerce sadece ve sadece türk filmi izlediğim. xxxxx’ın bana bazen şefkatle, bazen delirmişim gibi dehşet dolu gözlerle baktığı... Ağzıma doğru gelen çatallar, kafama dayanan su bardakları ve arabesk filminde dönüp dönüp dinlediğim “duyun duyun kardeşlerim, işte aşığın sözü; benim için tek ışık var: Sadece onun yüzü” şarkısı –şu anda bile ağladım bunu hatırlayınca-. Sonra selvi boylum al yazmalım 3 defa falan izlendi ki xxxxx kusacaktı. Züğürt Ağa’da ağladım. Hababam Sınıfı’nda Şaban’a inek getirdiler ona ağladım. Asiye Nasıl Kurtulur’da, Ah belinda, Vah Belinda’da, Şalvar Davası’nda, Süt Kardeşler’de, Aile Şerefi’nde, Oh Olsun’da ve aklınıza gelebilecek her filmde ağladım. Normalde altıma s*çarak güldüğüm her sahnede ağladım. Hepsi beni ona götürdü, birşeyler hatırlattı çünkü... xxxxx hep yanımdaydı bu anlarda, gözümün içine baktı, teselli etti, karnımı doyurdu, nazımı çekti, gözyaşlarımı sildi... Ona olan borcumu birgün ödemeyi diliyorum.

Tam dört buçuk ay sürdü bu durumlar. Ama yöntem değişti. Arada düzelir gibi oldum, kendimi arkadaşlara, eğlenceye, içmeye verdim bir dönem. Yarışır gibi içtik işte saçmasapan. Şişeleri de dizdim mutfağa kendimden intikam alır gibi. Gördükçe içten içten “oh oh, hep kendime zarar bunlar! Mis!” diye düşündüm hep. Ne kekoluk diyeceksiniz ama bu da yapılıyormuş.

Sonra ara ara insanlardan soyutladım kendimi, telefonları bile açmadım (çok özür dilerim arkadaşlar, ne olur anlayın; çok canım acıdı benim). Okudum yazdım, araştırdım. Olmadı. 1-2 tane ilişki denemem oldu, beceremedim. Baştan dürüst oldum ama, anlattım herşeyi. Yaralarım daha cazip kıldı belki de beni, herkes iyileştirip kahraman olmak istedi, olamadı. Ama burada da bir kişinin hakkını yemek istemiyorum. Okuyacak bunu muhtemelen ve hemen anlayacak:
-Çok teşekkür ederim sana. Yanındayken çok iyiydim. Dostluğun çok iyi geldi bana ve şunu da itiraf edebilirim ki hayatım boyunca beni en iyi anlayan insan; sendin. Ne sevdiğim adam, ne en iyi dostum; hiçbiri değil, sendin. Bu kötü birşey belki de; belki de ben çok patetik durumdayım ama doğrusu bu, kıvırmayacağım ilk defa. Şimdi çok üzülüyorum sana yazdığım şu son mesaja. Bazen sinirleniyorum ama işte üzerimde baskı hissedince, kontrol edemiyorum ben kendimi. Sen beni biliyorsun. Yoksa seni kırmak en son isteyeceğim şeydir. Özür... Bir de sen dünyadaki en iyi insanlardan birisin. Şu anda bile sana çok ihtiyacım var aslında bir dost olarak. Özellikle de şu şehirde son günlerimi yaşarken, şu nefretlik şimşekler çakarken, ben korkarken... Bir sürü karar aldım ama içlerinden çıkamıyorum hiçbirinin. Keşke yine ben bıt bıt anlatsam, sen dinleyip bana kızsan, yorum yapsan... Keşke yine yağmurda saatlerce oturup şemsiyelerimizden akan sularla k*çlarımızın sırılsıklam olduğunu farketmesek... Herşey yoluna giriyor gibi görünüyor ama yine de benim kafamda hala milyonlarca hastalıklı düşünce ve şüphe var. Hala karanlıktayım ve seninle (sadece seninle) konuşmaya ihtiyacım var. Okuduysan ve hala dostumsan, bir mesaj yaz bana... Yazmazsan da haklısın, canın sağolsun, çok mutlu ol...

Sonra baktım hiçbiri bir b*ka yaramayacak bunların. Hepsiyle günü kurtarıyorum. Dedim benim kendimle kalmaya ihtiyacım var, sadece kendime açım belki de. Zamanla ne olacaksa olacak zaten. Ya cehennemden çıkacağım, ya da iyice gömüleceğim 7 kat altına. Zorlama sonuçlara ihtiyacım yok. Aldım bir sürü kitabımı, dergimi, filmimi, dizimi; canım hangisini isterse dadandım. Bol bol müzik dinledim, okudum, izledim, yazdım. Kendi kendime doldum doldum, boşaldım; ama doğru, ama yanlış.

Bu arada insanım da hani. Canım istemedi, günlerce banyo yapmadım, koktum. Önce kendime sinirlendim, rahatsız oldum. Sonra farkettim ki kendi kokumuza bile yabancılaştırılmışız, bazen iyiymiş kendin kokmak. Kendimi güvende hissettim. manikürsüz, ağdasız, yere bir metre paralel diz yapmış eşofmanla gezdim evin içinde. Bol bol dondurma yedim, 7 kilo verdim. Yaptığım en tehlikeli hareketler birkaç defa ocağı açık unutmak ve üzerinde bir parmak yağ olan saçım nedeniyle bitlenmeme ramak kalmasıydı.

Ha bu arada bazen yokladı krizler. Saatlerce ağladım, yine Sübotey oldum. Oturdum ağladım öyle, hiç kasmadan. Yani bir sürü şey öğretti bana bütün bu yaşananlar. Mesela şu düşünceyi keşfettim ki çoğu zaman beni rahatlattı: “Şu anda b*k gibiyim, ağlıyorum, içim çıkıyor ama bugün için akıtabileceğim gözyaşının da, çekebileceğim acının da bir limiti var. Ve mutlaka sona erecek. Yarın belki tekrar başlayacak ama bugün sonlanacağı bir an olacak. Ve ben tam da o anda bugün bu krizi yaratan şeyi yarın tekrarlamamaya karar vereceğim.”

Bütün bu 4 aylık dönem içerisinde bizim bağımız kopmadı tabi malum kişiyle. Sürekli birbirimize birbirimizi unutamadığımızı, hala çok sevdiğimizi hatırlattık. Bir şekilde iletişim kurduk elimizde olmadan, kriz anlarında. Ona haksızlık edemem, dönmem için elinden geleni yaptı (bok yaptı! bana göre bende açtığı yaralara karşılık elinden geleni yapmadı, normal birine göre yapmıştır gibi geliyor) ama ben o cehennemin en alt katından henüz kurtulabilmişken, tekrar oraya dönmekten çok korktum. Bize güvenemedim. Artık ne yapsa kar etmez, acımı çekerim, yaralarım kabuk bağlar ama tekrar o denli acılar içinde yanamam diye düşündüm hep. Ben bazen “çıkaracağım artık hayatımdan! Bitecek bu lanet!” şeklinde kararlar verdim ve cevaplamadım onu. Bazen dayanamadım, karşılık verdim. Böyle geçti gitti işte o zaman...

Çok az defa rüyamda gördüm onu bunca zaman. 4-5 defa. Ve sadece bir tanesi gerçek gibiydi. Uyandığımda dehşet içinde ağlıyordum, ta ki geçtiğimiz Cuma gününe kadar. Cuma gecesi rüyamdaydı yine. Kötü durumdaydı. Bir de dipnot olarak şunu anlatmak istiyorum. Ben, onunla birbirimize yönelik algılarımızın çok güçlü olduğuna inanırım. Bu birlikteyken de böyleydi, ayrılınca da böyle oldu. Çünkü mesela günlerce birbirimizle iletişim kurmayız ama ben ne zaman onu düşünsem ve o gün ağlasam, üzülsem o ya arar, ya da pat diye mesajı gelir. İstisnasız böyledir bu durum. Ya da mesela yeni bir albüm çıkmıştır ve bir şarkı bizi anlatıyordur o albümde. Dinlerim, ağlarım. Pat mesaj: “filancanın şu şarkısını dinler misin?” diye. Bunun gibi bir sürü şey olur.

Geçen gün duştan çıkmışım, birşey arıyorum. Bana aldığı kolyenin kutusunu gördüm. Çıkardım kutudan öyle elimde tutuyorum, birden ağlamaya başlamışım. Ama nasıl acıyor canım yine, adını söyledim; “... neden böyle olduk biz?” dedim, pat mesaj ondan; “Sana karşı ince bir sitem içindeyim” yazıyor. Dinleyip dinleyip ağladığım şarkının sözleri, üstelik ben de sitem ediyordum o anda ona –bak hala ağlıyorum şu anda bu aklıma gelince- Bu durumlara birkaç arkadaşım da şahittir üstelik. Bu durum o, olan biten herşeyi aşklarının gerçekliğini ispata, onu doğrulamaya yoran aptal aşık olma durumu değil yani, ondan eminim.

Neyse işte geçtiğimiz Cuma gecesi rüyamda gördüm ben onu ve ağlayarak uyandım. Rüya dediğime bakmayın; kabus adeta. Rüyanın içeriği de; biz böyle bir gemideyiz, fırtına falan var, gece, karanlık. Denize düşüyor ve ben tutamıyorum onu düşerken şeklinde. Neredeyse hiç yapmıyordum ya bir mesaj mı yazsam “iyi misin?” falan diye düşündüm. Yapmadım yine. Malum unutacağım, ona da unutturacağım kafasındayım çünkü. Kalktım duşa girdim, yine bir ağlamaktır geldi. Duşta yere çöktüm, bir saat ağlamışımdır kesintisiz. Bir taraftan da günlerdir baskılıyormuşum ki sanırım kendimi bağırıyorum, söyleniyorum, ciddi bir krizdeyim yine. Toparlandım bir şekilde ama günün kaderi belli oldu, bombok geçip gidecek ömrümden bir gün daha.

Akşam aldığım alkolün de etkisiyle tam da o dediğim mesajı yazdım, yolladım. Biz böyle biraz mesajlaştık, “yok bu defa aynı olmayacak, bu gece sonuçlanacak bu iş, geliyorum” falan dedi. Ben tabi "nasıl olsa gelmez" diye düşünürken, hop yola çıktı. 5 saat sonra falan yanımda. Adam yanımda ama ben gideceği saati düşünüyorum yine, içim titriyor, çaktırmıyorum bir taraftan da. Konuştuk ettik, tekrar başladık nihayetinde.

Yola çıkıyor, dönecek, biz krizlerdeyiz. Ağla ağla gözlerimiz şişti. Bir de ben yine delirdim o eski gitmelerini hatırlayıp. Tam yolcu ettim, el salladım, bindi gitti. Eve bir geldim, delireceğim. İçtiği kahvenin kupası bana nanik yapıyor “baaak işte yine gitti” diye. Sehpada bıraktığımız ketçap ve mayonez paketleri kolkola girmişler kupaya katılıyorlar, başlarını sallıyorlar ukala ukala. Bir taraftan kokusu hala evde, sanki ayak izlerini görüyorum. Kriz geldi yine. Aradım, bağırdım, çağırdım ama nasıl ağlamak, konuşamıyorum bile, gözlerimi açamıyorum. “Madem gidecektin yine, neden geliyorsun?! Nefret ediyorum senden! Lanet olsun!” kapattım suratına. Ama nasıl kırgınım, nasıl öfkeliyim... O geceye döndüm, döneceğim... Kapı zili çaldı 5-10 dakika sonra, geldi. O ağlar, ben ağlar... Bir taraftan kendime kızıyorum yine bana bunu yapmasına izin verdim diye, bir taraftan ona kızıyorum; taa Eylül’de gitti o salak şehirde çalışmayı tercih etti diye. Bir taraftan utanıyorum yaptığım şeyden ama içim yanıyor işte, ne yapayım... Durduramadım bir süre kendimi, ağladım da ağladım söylenerek. Dedim "bağlasam seni, kaçırıldı desek?" -ve ben bunu yapmayı gerçekten de düşündüm bir 10 saniye kadar- . Korkmayın ama, aşıklar böyledir. Normal bir hal bu. Sadece hepsi itiraf edemezler. Sonra bu defa herşeyin farklı olacağına, çok güzel olacağına dair cümleler kuruldu ve yine el salladım ardından. Öyle salak gibi, mal gibi...

Bakmayın; ben onu çok sevdim, çok aşık oldum, kendimi mahvettim de aynı zamanda ne kadar aşıksam o kadar da kızdım. Aşk böyle lanet olası birşey işte; kendisi ne kadar şiddetliyse yanında getirdiği bütün o bonus duygular da aynı ölçüde şiddetli oluyor. Nefret de, öfke de, kıskançlık da, şefkat de, falan da filan da... Yani sevdiğin birine kızmakla aşık olduğun birine kızmak aynı olamıyor. Biri sakin sakin halledilebilirken, diğerinde psikopatın allahı oluyorsun, o derece...

Bazen düşünürdüm biz ayrıyken; “allam ben yeniden aşık olayım, hayatımın aşkını bulayım hatta. Bu değilmiş, pis eşşekmiş bu diyeyim. Onunla evleneyim böyle, güzel güzel çocuklarımız olsun ama çok mutlu olalım biz. Paramız bile az olsun gerekirse ama ona bile sevinelim çünkü mutluymuşuz ya biz. Yüzmilyon mutlu olalım, en çok mutlusu olalım. Ama o hiç bulamasın aşkı yeniden, benden başka kimseye aşık olamasın da o zaman anlasın aşkın ne değerli birşey olduğunu. Herkesle yaşanamayacağını. Böyle işinde çok başarılı olsun, kessin-biçsin ama hastaneden eve giderken o filmlerdeki mutsuz orta yaşlı adamlar gibi boynunu büksün, iç çeksin. Eve gitsin, ya kimseler olmasın ya da sırf yanlız ölmiyim diye evlendiği gudubet suratlı, dırdırcı ve salak –ki bence benden sonra aşık olursa onların hepsi de böyle işte!-, hatta koca popolu karısı olsun o evde. Karısı da kısır olsun,-ama hiç yatmıyor olsunlar! keserim pipisini yatarsa!- ohh canıma değer o zaman! O zaman anlasın ve pişman olsun maddeyi aşka tercih ettiği için. Keşke hiç gitmeseydim de, Ankara’da kalsaydım desin. Benim gerçekten ne demek istediğimi o zaman anlasın” diye düşünüyordum. Bazen de “kesin ben ölsem keşke gitmeseydim der, çok pişman olur o zaman” diye... Artık saklamayacağım bunları. Ama bunların amacı onun mutsuz olması değil, sırf beni anlamasıydı. Anlamasını mümkün kılacak durumlar ancak bunlarmış gibi gelirdi o zamanlar. Çaresizliğe bakın, offf! Oysa şimdi anlıyorum ki o, benim ona ilk defa “gitme” dediğim gün aslında ne demek istediğimi hiç anlayamayacak, çünkü bir öküz kadar farkında değil yaşadığımız şeyin. Kazayla falan ölsem keşke, off ama artık!

Şimdi aradı, varmış "şehrine". Bir de ne dedi bana... Yani kötü niyetle söylememiştir -söylememiş olsun!- ama benim gibi manyağa söylenecek laf mı bu? Sen bütün gün ağla, zırla sonra da “İstanbul’a girdim, bir rahatladım” de. Benim kafamdan bir milyon tane şey geçiyor şu anda.

Ben istiyorum ki benim dürüst ve ince düşünceli bir sevgilim olsun. Böyle facebook’a, oraya buraya yılış-yapış, yüzümüzde salak gülümsemelerle fotoğraflarımızı koyalım. Herkes bilsin ki ben onu çok seviyorum, o da beni... İnsan aşık olunca normalde salakça bulup tiksindiği bir sürü şey güzel geliyor çünkü, dünyalara haykırmak istiyor sevdiğini, sevildiğini. Yani mutlu olalım be sadece. Ne bileyim uzakta bile olsa –aman allahım olmasın lütfen- beni sevdiğini bileyim. Onu düşününce içimi sıkıntılar değil, güven duygusu ve huzur kaplasın. Kavga da edelim ama en şiddetli kavgalarımız bile birbirimizi aslında çok sevdiğimiz ve asla bilerek incitmeyeceğimiz fikrinin güvencesinde olsun. Birbirimize emek verelim işte. Bencil olmayalım. İkimiz de bilelim elimizdeki şeyin değerini, onun bize bahşedilmiş bir hazine olduğunu, ne şanslı olduğumuzu... Sonra bilelim herkesin bir sürü insanla, aynı anda birlikte olabileceğini; ama asıl marifetin sadece bir kişiyi sevip ona emek vermek, olduğunu. O kişinin koşulsuz-şartsız en zor günlerinde yanında olacağını bilmeninse hayatta hep 10-0 önde olduğunu bilmekle eşdeğer olduğunu...

Sonra baktık çok iyi gidiyoruz, aile olalım. Bir yemek masasını önce iki kişilik sonra üç kişilik, belki sonra dört kişilik kahkahalarımızla çınlatalım. Birbirimizin bir bakışından anlayalım ne düşündüğünü, ne hissettiğini... Çok şey istiyorum sanki...

Bir mucize olsa hemen, beni böyle sevecek biri olduğunu bilsem, emin olsam ama bundan. O karşıma çıksa ve hemen aklımdakini unutsam, bütün ezberlerimi unutsam... Bütün o zırıl zırıl ağlayan kadın hallerimi, acılarımı unutsam... Kırılan parçalarımı toplasa, yapıştırsa: “Bak, çocukluğundan farkı yok” dese. Ver elini dese, elini tutsam, hemen gitsek... Çok mutlu olsak... Hatta şehir bile istemem. Minicik bir yerde, minicik bir evde, minicik yesek, içsek, yaşasak...

Çok yoruldum artık. Kayboldum adeta... Hiçbir yere ait değilmişim gibi... Boşlukta sallanan sarkaç gibiyim. Başım dönüyor, dizlerim titriyor. İçim çıktı işte anlatıyorum satırlardır.

Oysa verecek çok şeyim var ama çoktan içeriye kaçtılar. Kafalarını çıkarttıklarında gördükleri şeylerden korkuyorlar, gizleniyorlar içimde. Ve hala sonunu bile bile ateşlere atıyorum kendimi. Budalalık yapıyorum. Ve budalalık yapmaktan daha da kötü olan, budalalık yaptığını bile bile budalalık yapmaktır; onu da yapıyorum.

Bir insana olan güveninizi ve inancınızı bir kere kaybettiğinizde onu geri kazanmak mümkün mü? Ne olur biri çıkıp “mümkün” desin. 99 kişi “değil” dese de ben o 1 kişiye inanacağım, söz veriyorum. Kendime bile değil, ona inanacağım. Çünkü ona inanmak istiyorum.

İşte ne duvarım var, ne çatım.
Hala canım acıyor.
İçimdeki “Hahayt! Çok güçlüyüm ben, bana bişey olmaz” kadını da dayanamadı, kaçtı gitti.
Aşk çok boktan birşey, hele benseniz ve canınızı hep onu yakanlara emanet etmek gibi kötü bir alışkanlığınız varsa...
Hayat da boktan:
Aylardan Haziran’sa; nefretlik gök gürültüsü ve lanet yağmur durmuyorsa...
27 yaşında hala gök gürültüsünden korkuyorsanız...
Bazen yatağın altında canavarlar varmış gibi geliyorsa...
Yalnızsanız...

13 Haz 2010

Kutulanmadan Vadedilmiş Cennet

Küçük bir yerde büyüdüm ben. Denizi olan küçük bir yer. Bütün çocukluğum ve ilk gençliğim orada geçti. Sonra Ankara’ya, dağları olan kocaman bir yere geldim.. Lakin anlatacağım bu değildir.

Sabah ezanını heryerden duyardınız orada, bir de akşamüstleri okullarından çıkan çocukların şamatalarını. Herkesi tanırdınız, bilirdiniz. Kim-kiminle evlenmiş, kim-kimden ayrılmış, kimin evinde o akşam ne pişecek bilmek isterseniz; hepsini bilirdiniz. Nasıl ki dünya globaldir diyorlar bugün, sınırlar kalktı; orası kendi sınırları dahilinde hep öyleydi; mesafeler, mesafelerle varılan duvarlar, duvarlarla örülmüş haneler, haneler içinde başka başka hayatlar olsa da herkes yakındı, herkesi bilirdiniz isterseniz, yeter ki isteyiniz.

Meyveler, sebzeler her daim taze, ağaçlar daha bir yeşildi. Suyu “su”, havası “hava”, toprağı “toprak”, insanı “insan” dı. Fakat ben bunları da anlatmayacağım.

Sokakta yürürken sık sık karşılaşacağınız bir manzara vardı oralarda bir de. Memleketin başı ve sonu arasındaki mesafe de kendisi gibi “küçük” olduğundan, insanlar cenazelerini omuzlarında taşıyarak götürürlerdi ebedi istirahathanesine. Ve bu size gözardı ettiğiniz ve hatta unuttuğunuz bir gerçeği hatırlatırdı her defasında: Ölümü. Ve oranın insanları günde en az birkaç defa bilirlerdi birgün öleceklerini. Fakat henüz ölümü anlamlandıramadığınız bir yaştaysanız korkardınız, kafanız karışırdı bu manzara karşısında. Yanınızda bir büyüğünüz olurdu, sıkı sıkı tutardınız elini. Onun eline kaçar, sığınırdınız. Çünkü o kaçtığınız şeyin aslında yaşamdaki “en gerçek” şey olduğunu öğrenmeniz için önünüzde çok uzun yıllar vardı daha.

Böyle bir manzarayla ilk defa karşılaştığımda 6 yaşındaydım. Dışarıda oyun oynamak için ilk defa o yaz izin verilmişti bana. Evimizin karşısındaki sokakta arkadaşlarımla oyun oynuyordum. Oyuna o kadar kaptırmıştım ki, arkadan gelmekte olan kalabalığı farketmemiştim ve birden o kalabalığın içinde buldum kendimi. Kenara, kaldırıma kaçmak istedim ama bir boşluk bulup delemedim kalabalığı. Ben yerimde duruyordum, etrafımdan insanlar geçiyordu. Birden üzerimde bir karartı hissettim. Kafamı kaldırıp yukarıya baktığımda, üzerimde uzun bir kutunun altı olduğu belli olan bir tahta parçası vardı, etrafındaysa onu omuzlamış adamlar. Bağıra bağıra ağlamaya başladığımda kalabalıktan biri beni farketmiş olacak ki kolumdan tutup insanların arasından çıkardı ve yol kenarına götürdü. Koşarak eve gittiğimi ve çok korktuğumu hatırlıyorum. Annem de, bana ne olduğunu anlayana kadar çok endişelenmişti. Sonra izah etmeye çalıştı durumu. Ölen köpeğimizden bahsetti. Oysa ben o ana kadar insanların hayatlarının da hayvanlar gibi bir gün sonlanacağını düşünmemiştim bile. Bir sürü soru sormuştum:

-Sen de ölücek misin?

-Ya babam?

-Babaannem? Dedem?

-Hanginiz önce ölücek, en yaşlınız mı?

-Ölünce nereye gidiceksiniz?

-Ben sizi bi daha görmiycek miyim?

Daha çok ağladım aldığım cevaplar karşısında. Sabırla anlattı annem: Bunun korkulacak birşey olmadığını, herkesin eninde sonunda birgün öleceğini, ölümün kaçınılmaz olduğunu ama iyi insanlar olarak yaşarsak hepimizin birgün cennet denen yerde tekrar buluşacağımızı anlattı; dün gibi hatırlıyorum. Bu cennet fikri su serpmemişti yüreğime. Çünkü ya ben iyi olduğum halde onlardan bir tanesi kötü olursaydı? Onu bir daha hiç göremeyecek miydim? Çok üzüldüm. Ben ölümü ilk defa o gün öğrendim. O günden sonra defalarca o günü düşündüm. O günden sonra bütün sevdiklerime “ya yarın onu göremezsem” düşüncesiyle yaklaştım. Sevdiklerine “seni seviyorum” diyemeyen insanlardan olmadım hiç. Yanımdayken hep gözlerinin içine baktım, onlar için yapabileceğim herşeyi yapmaya çalıştım. Özlediğimde söyledim, dokunmak istediğimde dokundum, sarıldım, öptüm, seviştim.

10 yaşındayken büyükannemi kaybettiğimdeyse ilk defa tanıdığım birinin ölümüne şahit oldum. Çocuktum henüz. Aklıma gelince çok üzülüyor ama arada yakınlarıyla cenaze evine gelen diğer çocuklarla oyuna dalıyor, üzülme işini büyüklere bırakıyordum. Aradan birkaç gün geçip de kendimle başbaşa kaldığımda anlayabildim benim tatlı büyükannemin yokluğunu. Gittiğini ve bir daha geri gelmeyeceğini. Keşke onu daha çok sevebilseydim, onunla daha çok ilgilenebilseydim, yatağına o kanadı koparılmış sinekleri koymasaydım, kolonyasından gizli gizli sürünmeseydim diye çok düşündüm. Hala düşünürüm...

Eşyaları toplandı. Tıpkı büyükannemi bir kutuya koydukları gibi onları da kutulara koydular ve hepsi gitti.

İnsanlar öldüğünde kendileri kutulanıyor.

İnsanlar ölünce eşyaları da kendileri gibi; kutulanıyor.

Kutuda insanlar,

kutuda eşyalar...

Hepsi bir.

Toprağın altında bir kutu. Tıpkı değerli bir eşyayı kimse bulamasın diye bir kutuya koyup, gizlemek için evin bahçesine gömer gibi...

Toprağın içinde yapayalnızdı. Ya gece olunca? Ya böcekler? Kutu korur muydu onu? Annem “hissetmez” dedi. Ruhu bedeninin içinde değilmiş artık. Peki ama nerede? “Nerede görmek istersem orada" ymış bundan böyle büyükannem. Yanımda istiyorum! Hani?

Ailenin en yaşlısı büyükannemdi. Ne yani sırada dedem mi vardı? Onu mu kaybedecektim? Sonra babaannem miydi? Hayır! Çok korkuyordum düşündükçe...

Öyle olmadı. Birkaç sene sonra amcam gitti. Ama bu işte bir yanlışlık olmalıydı... 33 yaşındaydı o. Gençti daha. Sıraya ne olmuştu? Ben ölümün insanları sırayla alıp götüren birşey olmadığını o gün öğrendim. O günden sonra kaybetme korkusu zincirime herkesi ekledim.

Birkaç ay geçti aradan ve dedem... İlk bayramlığım, kırmızı çizmelerim, ilk bisikletim... Hepsini kutuladılar, götürdüler, gömdüler... Ağızlığı(öyle derdi eskiler), çakmağı, uğurlu kuru eriği, bastonu bir köşede kaldılar öyle; boyunları bükük. Babaannem de “hayat arkadaşı” nı kaybetti. O günden sonra hiç yapmadı o çok sevdiğimiz peynirini. Kurabiyeleri bile eskisi gibi kokmadı. O günlerde farkettim ki;

Çocukluğumun geçtiği evde kokular, lezzetler eksiliyordu.

Çocukluğum geçtiği evden ayak sesleri, kahkahalar, insanlar eksiliyordu.

Çocukluğumun şahitleri eksiliyordu.

Çocukluğum eksiliyordu.

Öğrendim ki hayat böyle birşey; sevdiğimiz insanları tek tek kaybediyor ve bunu engellemek için hiçbirşey yapamıyoruz.

-Anne!

-Kızım???

-Ben ölürsem beni sakın kutuya koymayın tamam mı?!!

Bağıra bağıra ağlayarak annemin yanına koşarken bunları söylemiştim. Ağlayarak kucağında uyuyakalmıştım sonra...

Ölüm hep düşündürüyor insanı. “Bir insan var gözlerinin önünde, capcanlı, dipdiri. Sonra akşam oluyor, yatıp uyuyorsun. Sabah uyandığında bir bakıyorsun o artık yok. Dün ne kadar yaşamsa o, bugün o kadar ölüm. Bir beden var karşında yatan ama o artık o insan değil. Yani tanımasan “o” dersin ama değil işte... Bir anlamdan diğerine geçiyor madde. Peki nereye gidiyor bu kadar insan?” O zamanlar böyleydi ölüm benim için; sürekli sorular barındırıyordu, cevaplarıysa sadece bir daha asla göremeyeceğim insanlarda saklıydı. Ölüm kocaman bir soruydu o zamanlar. İşte ben de bu soruya cevap ararken anlamlandırdım ölümü hepimiz gibi. Tanıdıklarımın ya da tanımadıklarımın ölümlerine yas tutarken.

Yıllar geçtikçe insanın yaşama bakışı nasıl şekilleniyor ve değişiyorsa, ölüme bakışı da aynen öyle değişiyormuş oysa. Bir dönem yok oldukları düşüncesine karşı savunma mekanizması olarak bin türlü teori geliştirdim. Mistik şeyler, mantık dışı şeyler. Onlara inanmak istedim. Çünkü sen hayattayken, hala yaşıyorken, sevdiğin birinin ölmesi çok acıtıyor canını. Fakat artık biliyorum ki ölmek demek, yok olmak demek değil.

Şu anda onlara ne olmuş olursa olsun, nasıl ki bir zamanlar hayatlarımızın birer parçasıydılarsa, şimdi de öyleler. Onlar bizde yaşıyorlar. Ben ne zaman bisiklet kullansam, bana ilk bisikletimi alan dedemi hatırlıyorum. Sesini duyuyorum. Bana onu verirken yüzündeki o mutluluk dolu ifadeyi tekrar görüyorum. Büyükannem ise koltuğuna oturmuş, önemli birşey düşünüyor; eli çenesinin altında işaret parmağı dudaklarına dik sağa-sola hafifçe sallanarak. Amcam karşısındaki koltukta, ertesi gün çıkacağı av için fişeklerini dolduruyor. Onu izliyor, bir taraftan da kutudaki saçmalarla oynuyorum. Her ne zaman yüzleri gözümün önüne gelse yitirdiğim insanların, onlara gülümsüyorum. Hep en güzel şeyleri hatırlıyorum. Ve uzun zamandır korkmuyorum ölümden. Ölümün acıtabilecek tek yanının yitirdiğin kişiye dair eksikliklerin, ona karşı hataların ve duyduğun pişmanlıklar olduğunu biliyorum çünkü. Bunu farkettiğinde pişmanlık duymanı gerektirecek şeyler yapmamaya gayret ediyorsun sevdiklerin hayattayken. Hep keşkeler oluyor yitirilen insanların ardından fakat aslolan o "keşke" lerde mantık bulamadığınızda "öyle olması gerekiyordu" diyebilmek oluyor.

Elbette hala ölümden sonrasını bilmiyorum. Hala eskiden onunla ilgili sorduğum bir sürü soru cevapsız. Onları yazdığım defteri kapattım gitti. Çünkü çok daha önemli birşey var artık elimde: Ölümün yaşamı nasıl gerçek ve anlamlı kıldığını öğrendim ve hala yaşadığıma göre asıl ihtiyacım olan şey yaşamla ilgili sorularımın cevapları. Onları arıyorum artık.

Yaşama dair tek ayrılık biçiminin ise ölüm aracılığıyla gelen ayrılık olmadığını öğrendim. Sevdiğin ve yolunun başka bir biçimde ayrıldığı insanlar da oluyor mutlaka yaşamın akışı dahilinde. Bazen, ikinizden biri ölmediği halde, hayatın boyunca bir daha asla göremeyecek olduğun bir insanı düşünmek de en az sevdiğin birinin ölümü kadar acıtıyor canını. “En azından yaşıyor, ya ölseydi?” diye düşünemiyorsun. Bu acının yanında “öldü o...” diyebilmek bile daha rahatlatıcı olabilir gibi geliyor insana. Elbette kimsenin durup dururken ölmesini istediğim falan yok. Bir acıyı tarif etmeye çalışıyorum sadece. Yaşanmış kocaman yılları, anıları kutulara sığdırmak zorunda kalıyorsun. Üzerine gözyaşınla, kanınla yazıyorsun o kutunun hayatının kapanan hangi dönemine ait olduğunu.

“Ruhu olan kutuların yanında, artık yaşamayan bedenlerin kutulanmış olması bir önem taşımıyor” diye düşünüyorsun... Ve hatta çoğu zaman kendine “Yaşam mı? Ölüm mü?” diye sorup yaşamını bir seçenek haline getiriyorsun...




Sizi bilmem ama ben şayet inanıyor olsaydım, bana vadedilen cennet; çocukluğumun geçtiği o evde, o kocaman yemek masasının etrafında, bir yaz akşamı, sevdiğim herkesle birlikte; kahkahalarımız dallara vurup yankılanırken, masayı sallayıp herkesin çorbasını döken o muzip çocuk olmak şeklinde, kutulanmadan sunulmalıydı önüme. İşte o zaman belki ölüm ya da yaşam şu anda birer seçenek olmaktan çıkardı benim için...

8 Haz 2010

İçimdeki Kaşıntı - Örümcekli Son

Biraz önce mouse tutan sağ elimin üzerinde gıdıklanma benzeri bir hissin, bakışlarımı o yöne doğrultma refleximi tetiklemesiyle, elimi aniden çekip, havada delice sallamamın üzerinden henüz birkaç dakika geçti. Her türlü eklem bacaklının bedenimde dolaşması düşüncesi bende kaşınma tepkisi yaratıyor. Son beş dakikadır orama-burama bakıp kaşınıyorum. Neyse ki bu bir “harici kaşınma” durumu. Yarattığı en kalıcı hasar birkaç tırnak izi. Bir de bunun dahili olanı var ki, o çok beter. Ona çare yok…

Tanım ve Belirtiler:
İçeriden gelen o kaşıntı çok sinsidir. Yürümeye parmak uçlarından başlar içerideki örümcek. Başlangıçta küçüktür. Büyümek için sizin, kendisini yaratan durum/kişi/olayla ilgili düşüncelerinizle beslenmesi gerekir. Zamanla büyür, büyüdükçe ilerler içinizde. Nöbetlerin sıklığı ve şiddeti artar.
Tam “kurtuldum artık” derken aniden varlığını hissettirir, kıvrandırır. Doya doya, hırpalaya hırpalaya kaşıyamazsınız. Bulduğunuz çözümleri uygulamaya çalışmak bedensel olarak, bunların herhangi bir olumlu sonuca ulaşamaması ise ruhsal olarak yorar, yıpratır, çöküntü yaratması, hem bedeninizde hem de ruhunuzda kalıcı hasarlar bırakması kaçınılmazdır.
İçinize giren o örümceği çıkarıp atamazsınız, içinizi bırakıp kaçamazsınız.

1. Aşama: Rasyonel Yaklaşım; Sosyalleşme
İlk olarak bir objesiz yanlış idrak yaşadığını düşünürsünüz. Aklınız sizinle oyun oynuyor zannedersiniz. “Bu saçmalığı düşünmemek için yalnız kalmamalıyım” diye bir karar alır, yanınızda sürekli birilerinin olmasını sağlarsınız. Bu tedavi önce işe yaramış gibi görünür. Bunun sadece bir hayal ürünü olduğuna inanırsınız. Fakat bu arada örümcek; belki bir ismin düşündürdükleriyle, belki bir şarkının anımsattıklarıyla, belki de rüzgarın getirdiği bir kokunun tanımlanabilmesiyle beslenmiş, büyümüştür siz farkında olmadan. Ve kaşıntı hissiniz sizi başkalarının yanında ilk defa, tekrar yakaladığında, hem bunu yaşayıp hem de saklamaya çalışmanın ne kadar zor olduğunu farkeder, bundan böyle kendinizle kalmaya karar verirsiniz.

2. Aşama: Reddetme; Dışarıya Yönelme
Yeni çözüm yolları bulmalısınızdır. Bu bir yanılsamadır! Yanılsamadır! Yanılsamadır! Yaşadığınız yerden kaynaklanması ihtimali gelir aklınıza. Orada bir sürü anınız vardır, kafanızı karıştırıyorlardır belki. Üzerinizdeki baskı da hayal gücünüzü kötü yönde tetikliyordur, kimbilir… Siz akıllı bir insansınızdır. Siz mantıklı bir insansınızdır.
Bulduğunuz bu yeni çözümü uygulamaya koyarsınız; kendinizi sürekli dışarı atarsınız. Dışarısı size iyi gelmiştir. Kurtulduğunuzu düşünürsünüz yine, sevinirsiniz. Bu arada örümcek belki bir mekanda karşılaşılan eski dostun sorusunu yanıtlarken hissedilenle, belki başlangıçta keyifle içilen bir kadeh şarabın anımsattıklarıyla, belki de burnunuza düşen ilk yağmur damlasının sizi götürdüğü yerde bulduklarınızla beslenmiş, daha da büyümüştür siz farkında olmadan. Sonra bir gün; hem de en ummadğınız anda, en ilgisiz yerde kaşınmaya başlarsınız. Daha geniş bir alana yayılan kaşıntı hissi, bu defa daha da şiddetli bir biçimdedir. Ne yapacağınızı bilemezsiniz. Artık dışarısının da sizin için güvenli olmadığını farketmenin yaşattığı o büyük hayal kırıklığıyla içe kapanır, içeriye kapanırsınız yine.

3.Aşama: Bilinçlenme; Profesyonel Tedaviye Başvurma, Yeni Uğraşlar Edinme
Hala geç değildir. Belki de profesyonel yardım almalısınızdır. Bulursunuz, gidersiniz, konuşursunuz, anlatırsınız. Daha iyi hissediyorsunuzdur. Terapiye devam etmelisinizdir. Birkaç seans sonunda kalmamıştır kaşıntı hissi. Her işin bir uzmanı vardır ne de olsa.
Başarının verdiği heyecanla dikkatinizi başka şeylere yöneltmeye başlarsınız. Yeni uğraşlar edinip, onlarla meşgul olursunuz. Bu arada örümcek, belki dahil olduğunuz şeyleri anlatmak heyecanının sizi götürdüğü adresten eliniz boş dönmenin hayal kırıklığıyla, belki bu uğraşları paylaşma fikriyle aklınıza gelen ilk kişinin artık asla orada olmayacağını farketmenin yarattığı boşlukla, belki de tanıştığınız birinin gülüşünü hala ona benzetebiliyor olduğunuzu kabullenmenin yarattığı sarsıntıyla beslenmiş, kocaman olmuştur siz farkında olmadan. Önceleri iyi gelen bütün bu yoğunluk, bir gün eski dostunuz örümceğin sanki hiç gitmemiş gibi, daha bir içinize işleyerek çıkagelmesiyle sonuçlanır. Önünüzde duran tuvale, henüz tamamlanmamış seramik vazoya ya da tango hocanızın omzuna ağlarsınız çaresizlikten, korkudan.

4.Aşama: Kabullenme; Ele Geçirilme
Ne yaparsanız yapın işe yaramıyordur. İçiniz, size duvarları tırmalatacak kadar şiddetli ve tutarlı nöbetlerle kaşınmaktadır. Hatta zaman geçtikçe bu nöbetlerin şiddeti ve sıklığı artmaktadır. Kabullenirsiniz. Onunla yaşamaya karar verirsiniz. İçinizde dolaşan o örümceğin ayak seslerini işitmeye başladığınızdaysa iş işten çoktan geçmiştir: artık beyninizi de ele geçirmiş, orada yürümektedir. Onu tanımaya, tanıdıkça neyle beslendiğini anlamaya başlarsınız. Ona istediği herşeyi vermeye çabalarsınız O sizin bir parçanız olmuştur artık. En yakınınızda, içinizdedir. Hatta birgün sizi terkederse, buna üzüleceğinizi, içinizde kocaman bir boşlukla yapayalnız kalacağınızı düşünürsünüz. Kontrol ondadır.

Sonuç:
İyice kendinize kapanırsınız. Bu arada sigarayı arttırırsınız. Eskiden haftada bir iki defa içerken artık günde en az birkaç kadeh içtiğinizi farketmezsiniz bile. Bazen bileğinizdeki damarları incelerken, bazen dairenizin ne kadar yüksekte olduğunu hesaplarken bulursunuz kendinizi. Yemek, içmek, yıkanmak sadece çok mecbur olduğunuzda yaptığınız birer işkenceye dönüşür. Gözleriniz daha az görmeye başlar, koku alamazsınız, duyduğunuz hiçbirşeyi anlamazsınız. Onu yaratan kişi/durumu anlayıp/olayı çözmek için geçmişte bir sabah perdeleri aralayarak, içeriye sızan ışıkla sizi uyandırmadığı sürece sadece içinizde dolaşan bir örümcek, örümceğin ayak sesleri ve karanlık bir gelecek vardır sizin için…



Not: Örümceğe dokunmadım. Özgür bıraktım onu. Evde dolaşıyor kendi kendine. Gördüğümde tekrar kaşınmaya başlayacağımı biliyorum.
İçimdeki örümcekse hala orada. Onu da özgür bıraktım. O da dolaşıyor kendi kendine; içimde. Onu görmesem de kaşınıyorum.

5 Haz 2010

Alberto ve İçimdeki Anarşist

Alberto'yla bugün tanıştım.
Tanıştım dediğim;
yanyana bir bankta oturup,
susarak denizi izledik uzun süre.
Galiptik,
yorgunduk,
yalnızdık.
Güneş batmak üzereydi.
Çocukların çığlıklarına karışıyordu uğultusu akşamüstü rüzgarının.
Biz birşey duymuyorduk aslında ya;
sadece o anda ikimiz de
öyle olsun istemiştik.
Birimizin ayağa kalkıp
diğerini ardında bırakması an meselesiydi.
Geride kalan olmayayım diye,
sözleri anlamsızlaştıran bir aceleyle
ona dönüp dedim ki:
"Hiçbirşeyden korkmuyorum içimdeki anarşisti beslediğim sürece."
Alberto gülümsedi,
"Doyduğunu anlamak için, önce açlığı bilmek gerekir" diye bağırdı çocuklar...

4 Haz 2010

Benim hiç kalkıp gittiğim yataklarım olmadı.

Hep gitmelerini hatırlatan oldum birilerine.

Kalp de kırar oldum artık;

çıplaklığı ne kadar seviyorsam,
o kadar sever oldum can acıtmayı da neredeyse her gece…

Benim erkeklerim oldu “git” dediğimde giden,
gelen “gel” dediğimde…

Kimlerdi bir gecelik sevdiğim adamlar?

İsimleri neydi?

Sayıları kaçtı?

Yazdıklarımı okuyup içlenenler kaç kişiyse
o kadardır işte…

Aslında hepimiz kendimizin tanrısı,

kendimize kahinleriz.

Neyin,

nerede,

ne zaman

ve nasıl olacağını biliriz.

Hepsini,

farkında olarak ya da olmayarak,

yaptığımız tercihlerle belirleriz.

Fakat gelecekte yaşanacakları

iyi ya da kötü

birer sürpriz gibi değerlendiriyor olmamız,

kafamızın içindeki kara delik yüzünden;

yani yaptığımız tercihlerin çoğunu

unutmamızdandır..

3 Haz 2010

En sevdiğim aforizmalardan biri:

Bence temelde ikimiz de dinsiziz. Sadece ben, senden bir tane fazla dini daha reddediyorum. Sen diğer tüm olası dinleri neden reddettiğini anladığın zaman, benim de neden senin dinini reddettiğimi anlarsın.
— Stephen F. Roberts


One of my favourite quotes:

I just believe in one fewer god than you do. When you understand why you dismiss all the other gods, you will understand why I dismiss yours.
— Stephen F. Roberts

2 Haz 2010

Sol Gösteren Sağduyu

Zor zamanlar yaşadığımız şu son günlerde beni hem şaşırtan hem de sevindiren bir sürü polemiğe şahit olmamdan mütevellit yazmak ihtiyacı hissettim.

Birkaç gündür bir sürü duyguyu bir arada yaşamaktan dengelerim biraz şaşmış durumda. Zira birdenbire “sağduyulu öfke”den “sağduyulu şaşkınlığa”, oradan “sağduyulu paniğe”, sonrasında bütün tamlananları atıp sadece “sağduyu”ya geçmeye ve orada kalabilmeye çalışmak insanı yormakta.

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki benim öfkem çarşaf ya da frak giymiyor. Hiçbir etnik kökeni yok, ülkesi yok, bayrağı yok, dini yok, fraksiyonu yok. Öfkem kanunsuzluğa, özgürlüklerin taciz edilmesine, insanların zaafları kullanılarak maşa yapılmasına, herhangi bir insanın herhangi bir mazeret arkasına sığınarak başka bir insanın yaşamına son vermeyi ya da onu incitmeyi kendinde hak görebilmesine, alet olunan oyunlara ve bu oyunlara alet olunmasına, bütün bunlara duyarsız kalınmasına, olaylara net görülmesini sağlayacak açılardan değil de, en kör noktadan bakılmasınadır.

Kendi ülkesinde başka ülkelerin bayraklarını alıp sokaklara dökülenleredir. “Savaş” ve “soykırım” denen şeyleri sadece filmlerden izlediğinde “Ah! Vah!” diyen, fakat en ufak bir krizde kendi sempatisine uzak olanın etkin etnik kimliğine yönelik “katledelim gitsin” şeklinde yaklaşabilenleredir. Saygınlığın sadece “topla-tüfekle” kazanılabileceğini düşünenleredir. Kolaycılaradır.

Bırakın herşeyin yolunda gittiği düşünülen zamanları, ülkesinde yer yerinden oynarken bile, teknoloji ve bilişimin kendisini böylesine cömertçe önümüze serdiği bu çağda hiçbirşeyden haberi olmayan, sokaklarda dolaşıp gününü gün eden, hepsi “bir örnek” gençleredir. İş lafa gelince taş üstünde taş bırakmayan, eyleme gelince ortadan kaybolanlaradır. Hiçbir konuda fikir sahibi olmayan, araştırmayan, sorgulamayan, kendisine dayatılana körü-körüne inanıp bağlananlaradır.

Benim şaşkınlığım; son günlerdeki krizin hala İsrail-Türkiye, Müslüman-Musevi sorunu olarak değerlendirilmesine, kimliklendirilmesine, başkalarının “öteki”leştirilmesinedir. Hala provokasyonlara bu kadar çabuk kapılabilmemizedir. Ne Batı ne de Ortadoğu ile olan ilişkilerimizi bu kadar zaman bir türlü denge zeminine oturtamayan, yalpalayan diplomasiden dolayıdır.

Benim paniğim; Yanlı-yönlü şekillenen öfkeler, yanlış davranış biçimlerine dönüşür, yapıcı değil yıkıcı olur diyedir. Duyulması olası pişmanlıklardan dolayıdır.

Bana gına getiren ve artık duyduğumda kusmak istediğim şeyler protestolardaki tekbirlerdir. “Bilmem neredeki müslüman din kardeşlerimiz...” söylemleridir.
Çünkü benim sağduyum der ki; kendi ülkemdeki ya da dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir haksızlığa, adaletsizliğe, ya da can kaybına tepki vermem için onun benim ülkemden, sınıfımdan ya da dinimden olmasına ihtiyacım yoktur. Bence bir insan, kendisini başkalarıyla çatışma içine sokması olası topluluklara ait olmadan da dünyaya ve insanlara karşı duyarlıysa, onları böyle sevebiliyorsa; o zaman dünyayı sevme biçimi de doğrudur, vatanını sevme biçimi de, diğer insanları ve kendisini sevme biçimi de.


Herkese sağduyulu günler diliyorum.


Ek: İnsanlara zarar verilmesine; özgürlüklerinin ellerinden alınmasına, sömürülmesine, öldürülmesine ne aynı kıtayı, ne aynı ülkeyi, ne aynı dini paylaştığımız için değil de, sadece "insan" olduğumuz için;
ne türk, ne israilli, ne filistinli, ne amerikan, ne fransız, ne müslüman, ne yahudi, ne hıristiyan, ne sağcı, ne solcu, ne fabrikatör, ne işçi olduğumuz için değil de; sadece "hümanist" olduğumuz için karşı çıkmamızı o kadar çok isterdim ki...

O zaman ne bütün bunlara tepki gösterirken birbirimizle çatışmamıza, ne tekbire, ne de elimizde sallanan bayraklara ihtiyacımız olurdu.
İşte o zaman gerçek ve samimi bir tepki olurdu bu.
İşte o zaman hepimiz gerçekten "bir" olurduk.