20 Haz 2010

İçim, çık dışarı!

Nihayet geldi... Ayrı geçen bunca zamanı sığdırmaya çalıştığımız 11 saatin ardından, içim çıktı arkasından el sallarken. Evet, "içim çıktı" cümlesini sadece ondan ayrıyken çektiğim acıları tarif etmekte kullanıyorum. Birgün evde oturmuş, "züğürt ağa" filminin "ben karı istirem" sahnesine kusa kusa ağlayabilecek kadar bilincimi yitirmişken bulmuştum bu cümleyi. "İçim çıktı ulan yeter artık!" diye bağırıp ağzımdan çıkan cümleye güldüm birkaç saniye, bu da hatırlanası kıldı işte onu. Sonra yine behü-böhü...

Ankara’da şu anda nasıl bir sağanak, gök gürültüsü ve fırtına var anlatamam. İnsanın yanında birinin olmasına ihtiyaç duyacağı bir an varsa tam olarak şu andır yani. Benimse elimde sadece bulup bulup yitirdiğim bir sevgilim var uzun zamandır, şansıma tüküreyim... Evet, tekrar başlamaya karar verdik biz. Bir an mala bağladık ve ben asla konuşamayacağız sandım konuşmamız gerekenleri. Bazı anlarda “benim burada ne işim var?” diye bile düşündüm. Çünkü ölesiye korkuyorum başa dönmekten. O cehennemlere tekrar girmekten, çıkamamaktan...

Harika geçen bir haftanın sonunda bir cehennem gecesi; deli gibi bir kavga... Ben çileden çıkmışım tabi, neredeyse dalacağım karşımdaki adama cüsseme bakmadan. Cüsseyi bırak, öyle bir delirmişim ki üslup, edep hak getire... Yüz ellinci kez kovdum, gitti. Bu defa “gitti de gelmeyecek” diye çıldırdım. Çünkü zaten başka bir şehirde yaşıyor bir süredir, izne gelmiş bir hafta için ve o gece son gecesi. Ertesi gün gidecek, beni unutacak, ben de böyle içimde onunla, daha bir saat önce birlikte yaptığımız yemeğin bulaşıkları, vazoda aldığı çiçekler, heryerde kokusu, izi... Kalakalacağım sonsuza kadar. Böyle bu evde kokup, içimden çürüyüp, böceklenip gideceğim. Nasıl bir acı allahım, tövbe çıkmaz içimden bin beşyüz yıl...

Kendimi yerlere çarpıyorum, nefes alamıyorum, ciğerlerim, kalbim iflas etti, edecek. Ellerim ayaklarım uyuşuyor falan böyle. Ruhsal boyutu geçti de fiziksel yani durum ciddi ciddi. Ağlamak falan değildi o ki “bönürmek” kelimesi de bu durumu anlatıyor. Böyle kendini önce yere atıp, sonra ayağa kalkıp, sonra yine yere atıp, aralarda kafayı duvara geçirip, kalorifer peteklerine tekme atıp, bağıra bağıra, sümüklerin aka aka, saçın başın japon korku filmi kızı modeli olmuş; eline geçirdiğini fırlatıyorsun yere... Saat gecenin bilmemkaçı olmuş zaten. Dedim "ben deliriyorum", yetmedi. Sonra dedim "ben öleyim".

Bir yandan şarabı dikiyorum şişeden, bir yandan bönürüyorum. Nasıl bir acı, nasıl bir acı... Hayır koskaca kadınım, ben böylesini görmedim o güne kadar. Yani o anda en yakının öldü deseler, umrumda olmaz. Böyle de manyaklık hali yani aşk acısı dediğin. Bir kendine duyarlısın, bir de acıyı oturtup gidene. Şimdi bunu okuyan bana “Hala ergen kafasında, salak kadın. Dünyanın zilyon tane derdi var, şunun yaptığına bak” falan diyordur da, o işler öyle olmuyormuş arkadaşım. Zira o günlere kadar ben de olsam senin söylediğini söylerdim şu satırları okuyunca. Başına gelmesin inşallah, hiç gelmesin.

Hayır bir de bende –bin kere lanet, evlerden ırak- bir bpd durumu var ki, sürekli “ha oldum, ha olucam” yaşıyorum. Sen her gece zönk diye karşına çıkıp korkudan altına s*çtıran güve kelebeğini, kertenkeleyi, örümceği bir hamlede ham yaparsın, ben hepsini itinayla kavanoza alıp terasa geri götürüyor, ardından bir de nasihat verip yolluyorum. Bir su dökmüyorum arkalarından, o kadarı da manyaklık olurdu kanımca. Bir gecede "12 güve kelebeğini doğaya kazandıralım" rekorum var, şahitlerim de var yani. Etrafta olup biten herşeyi böyle içselleştirmem benim lanetimken bir de kendi hayatımı yaşarken duygu-durumlarımı düşün. Yani işin tuhafı dışarıdan bakan da “ne şanslı kız, hayat buna güzel.” falan der. Öyle de kabuk yapmışım vakti zamanında kendime ki nasıl becerdim hala bilmiyorum.

Neyse işte ben bu durumdayım ve (bir manyaklık daha yaptım da onu söylemeye bile utanıyorum) hatırlamıyorum tabi o halde, eski sevgilimi aramışım bununla kavga ederken. Sinirliyim, canım yanıyor ya, can yakacağım. Halbuki sadece arkadaşım o şahıs benim ama bu kıskanıyor ya, o kafayla intikam alıyorum. “ben çok kötüyüm, gel beni kurtar” demişim. Akıllara bak! Ben deli divane çırpınıyorum, zil çaldı. Dayanamadı geldi diyorum kafamdan, bir de baktım gelen eski sevgilim. Bir panik halinde, gözleri pörtlemiş, yoldayken kafasında kurmadığı felaket senaryosu kalmamış. Tabi ben o halde tarzanca anlatıyorum “o... gitti... yok artık... bitti... gitti... var... o... gitmek...” neyse az buçuk durumu bildiğinden çaktı hafiften olayı, beni teselli etmeye çalışıyor ama ne mümkün.... Susturabilene aşk olsun. Yerdeki cam kırıklarını, döküleni edeni toparlayayım diyor, ben daha çok ağlıyorum “dokunmaaağğğ!” diye. Son hatıralar ya onlar, kimse dokunmayacak onlara, bozmayacak. Yakarım!

“Hastaneye gidelim” falan diyor. O öyle dedikçe ben bir de “demek o haldeyim” diye düşünüp, halime acıyorum, ağlıyorum. Acım katlanıyor, büyüyor, içim çıkıyor ağlamaktan, bönürmekten... Sonra bir mallık geliyor üzerime. Böyle kalıyorum. Gözler net görmüyor, “merhaba, ben Subötey. Moğol ırkındanım ben kendim” diyorlar adeta. Bu durmadan konuşuyor ama ne diyor ki bu adam yani? Bir kelime cımbızlıyorum söylediklerinin içinden, hadi ben yine biryerlere gidiyorum, başlıyorum ağlamaya.

Yatağa gidiyorum, yastığa yorgana sarılıp ağlıyorum. İki dakika sonra salonda yere çökmüş ağlıyorum. Mutfakta bulaşıklara sarılıp ağlıyorum. Adam da korkuyor kendime birşey yaparım diye, tin tin peşimde. Sonra nasıl oldu hatırlamıyorum ama –yorgunluktan herhalde- salonda bir koltuğa sızmış kalmışım. Bu da diğerine. Gözümü bir açtım, hayır... Olmam gereken yer burası değil. Yanımda olması gereken kişi o kişi değil. Hatırladım hemen olanları ve anında bir bönürme hali vuku buldu yeniden. Yazık adam öyle uyandı bir de düşünün. Kalktı. Bir taraftan konuşuyor, teselli ediyor, bir taraftan elinde ıslak mendiller suratımı siliyor. Mendiller simsiyah. Rimellerim akmış bütün gece, heryerim rimel olmuş. Mendilleri görüp zavallılığıma ağlıyorum. İçim yana yana, yakıla yakıla. O gün birşey yemedim. Ağzıma doğru gelen her çatalı reddettim. Su içmedim. İstemedim. Yaşamın devam ettiğini hatırlatan hiçbirşey yapmak istemedim. Canım acımadı arkadaşlar, canım çıktı...

Sonraki aşamaya nasıl geldiğimi ise hiç hatırlamıyorum. Hatırladığım sadece küçük bir koltuğa sığışıp, günlerce sadece ve sadece türk filmi izlediğim. xxxxx’ın bana bazen şefkatle, bazen delirmişim gibi dehşet dolu gözlerle baktığı... Ağzıma doğru gelen çatallar, kafama dayanan su bardakları ve arabesk filminde dönüp dönüp dinlediğim “duyun duyun kardeşlerim, işte aşığın sözü; benim için tek ışık var: Sadece onun yüzü” şarkısı –şu anda bile ağladım bunu hatırlayınca-. Sonra selvi boylum al yazmalım 3 defa falan izlendi ki xxxxx kusacaktı. Züğürt Ağa’da ağladım. Hababam Sınıfı’nda Şaban’a inek getirdiler ona ağladım. Asiye Nasıl Kurtulur’da, Ah belinda, Vah Belinda’da, Şalvar Davası’nda, Süt Kardeşler’de, Aile Şerefi’nde, Oh Olsun’da ve aklınıza gelebilecek her filmde ağladım. Normalde altıma s*çarak güldüğüm her sahnede ağladım. Hepsi beni ona götürdü, birşeyler hatırlattı çünkü... xxxxx hep yanımdaydı bu anlarda, gözümün içine baktı, teselli etti, karnımı doyurdu, nazımı çekti, gözyaşlarımı sildi... Ona olan borcumu birgün ödemeyi diliyorum.

Tam dört buçuk ay sürdü bu durumlar. Ama yöntem değişti. Arada düzelir gibi oldum, kendimi arkadaşlara, eğlenceye, içmeye verdim bir dönem. Yarışır gibi içtik işte saçmasapan. Şişeleri de dizdim mutfağa kendimden intikam alır gibi. Gördükçe içten içten “oh oh, hep kendime zarar bunlar! Mis!” diye düşündüm hep. Ne kekoluk diyeceksiniz ama bu da yapılıyormuş.

Sonra ara ara insanlardan soyutladım kendimi, telefonları bile açmadım (çok özür dilerim arkadaşlar, ne olur anlayın; çok canım acıdı benim). Okudum yazdım, araştırdım. Olmadı. 1-2 tane ilişki denemem oldu, beceremedim. Baştan dürüst oldum ama, anlattım herşeyi. Yaralarım daha cazip kıldı belki de beni, herkes iyileştirip kahraman olmak istedi, olamadı. Ama burada da bir kişinin hakkını yemek istemiyorum. Okuyacak bunu muhtemelen ve hemen anlayacak:
-Çok teşekkür ederim sana. Yanındayken çok iyiydim. Dostluğun çok iyi geldi bana ve şunu da itiraf edebilirim ki hayatım boyunca beni en iyi anlayan insan; sendin. Ne sevdiğim adam, ne en iyi dostum; hiçbiri değil, sendin. Bu kötü birşey belki de; belki de ben çok patetik durumdayım ama doğrusu bu, kıvırmayacağım ilk defa. Şimdi çok üzülüyorum sana yazdığım şu son mesaja. Bazen sinirleniyorum ama işte üzerimde baskı hissedince, kontrol edemiyorum ben kendimi. Sen beni biliyorsun. Yoksa seni kırmak en son isteyeceğim şeydir. Özür... Bir de sen dünyadaki en iyi insanlardan birisin. Şu anda bile sana çok ihtiyacım var aslında bir dost olarak. Özellikle de şu şehirde son günlerimi yaşarken, şu nefretlik şimşekler çakarken, ben korkarken... Bir sürü karar aldım ama içlerinden çıkamıyorum hiçbirinin. Keşke yine ben bıt bıt anlatsam, sen dinleyip bana kızsan, yorum yapsan... Keşke yine yağmurda saatlerce oturup şemsiyelerimizden akan sularla k*çlarımızın sırılsıklam olduğunu farketmesek... Herşey yoluna giriyor gibi görünüyor ama yine de benim kafamda hala milyonlarca hastalıklı düşünce ve şüphe var. Hala karanlıktayım ve seninle (sadece seninle) konuşmaya ihtiyacım var. Okuduysan ve hala dostumsan, bir mesaj yaz bana... Yazmazsan da haklısın, canın sağolsun, çok mutlu ol...

Sonra baktım hiçbiri bir b*ka yaramayacak bunların. Hepsiyle günü kurtarıyorum. Dedim benim kendimle kalmaya ihtiyacım var, sadece kendime açım belki de. Zamanla ne olacaksa olacak zaten. Ya cehennemden çıkacağım, ya da iyice gömüleceğim 7 kat altına. Zorlama sonuçlara ihtiyacım yok. Aldım bir sürü kitabımı, dergimi, filmimi, dizimi; canım hangisini isterse dadandım. Bol bol müzik dinledim, okudum, izledim, yazdım. Kendi kendime doldum doldum, boşaldım; ama doğru, ama yanlış.

Bu arada insanım da hani. Canım istemedi, günlerce banyo yapmadım, koktum. Önce kendime sinirlendim, rahatsız oldum. Sonra farkettim ki kendi kokumuza bile yabancılaştırılmışız, bazen iyiymiş kendin kokmak. Kendimi güvende hissettim. manikürsüz, ağdasız, yere bir metre paralel diz yapmış eşofmanla gezdim evin içinde. Bol bol dondurma yedim, 7 kilo verdim. Yaptığım en tehlikeli hareketler birkaç defa ocağı açık unutmak ve üzerinde bir parmak yağ olan saçım nedeniyle bitlenmeme ramak kalmasıydı.

Ha bu arada bazen yokladı krizler. Saatlerce ağladım, yine Sübotey oldum. Oturdum ağladım öyle, hiç kasmadan. Yani bir sürü şey öğretti bana bütün bu yaşananlar. Mesela şu düşünceyi keşfettim ki çoğu zaman beni rahatlattı: “Şu anda b*k gibiyim, ağlıyorum, içim çıkıyor ama bugün için akıtabileceğim gözyaşının da, çekebileceğim acının da bir limiti var. Ve mutlaka sona erecek. Yarın belki tekrar başlayacak ama bugün sonlanacağı bir an olacak. Ve ben tam da o anda bugün bu krizi yaratan şeyi yarın tekrarlamamaya karar vereceğim.”

Bütün bu 4 aylık dönem içerisinde bizim bağımız kopmadı tabi malum kişiyle. Sürekli birbirimize birbirimizi unutamadığımızı, hala çok sevdiğimizi hatırlattık. Bir şekilde iletişim kurduk elimizde olmadan, kriz anlarında. Ona haksızlık edemem, dönmem için elinden geleni yaptı (bok yaptı! bana göre bende açtığı yaralara karşılık elinden geleni yapmadı, normal birine göre yapmıştır gibi geliyor) ama ben o cehennemin en alt katından henüz kurtulabilmişken, tekrar oraya dönmekten çok korktum. Bize güvenemedim. Artık ne yapsa kar etmez, acımı çekerim, yaralarım kabuk bağlar ama tekrar o denli acılar içinde yanamam diye düşündüm hep. Ben bazen “çıkaracağım artık hayatımdan! Bitecek bu lanet!” şeklinde kararlar verdim ve cevaplamadım onu. Bazen dayanamadım, karşılık verdim. Böyle geçti gitti işte o zaman...

Çok az defa rüyamda gördüm onu bunca zaman. 4-5 defa. Ve sadece bir tanesi gerçek gibiydi. Uyandığımda dehşet içinde ağlıyordum, ta ki geçtiğimiz Cuma gününe kadar. Cuma gecesi rüyamdaydı yine. Kötü durumdaydı. Bir de dipnot olarak şunu anlatmak istiyorum. Ben, onunla birbirimize yönelik algılarımızın çok güçlü olduğuna inanırım. Bu birlikteyken de böyleydi, ayrılınca da böyle oldu. Çünkü mesela günlerce birbirimizle iletişim kurmayız ama ben ne zaman onu düşünsem ve o gün ağlasam, üzülsem o ya arar, ya da pat diye mesajı gelir. İstisnasız böyledir bu durum. Ya da mesela yeni bir albüm çıkmıştır ve bir şarkı bizi anlatıyordur o albümde. Dinlerim, ağlarım. Pat mesaj: “filancanın şu şarkısını dinler misin?” diye. Bunun gibi bir sürü şey olur.

Geçen gün duştan çıkmışım, birşey arıyorum. Bana aldığı kolyenin kutusunu gördüm. Çıkardım kutudan öyle elimde tutuyorum, birden ağlamaya başlamışım. Ama nasıl acıyor canım yine, adını söyledim; “... neden böyle olduk biz?” dedim, pat mesaj ondan; “Sana karşı ince bir sitem içindeyim” yazıyor. Dinleyip dinleyip ağladığım şarkının sözleri, üstelik ben de sitem ediyordum o anda ona –bak hala ağlıyorum şu anda bu aklıma gelince- Bu durumlara birkaç arkadaşım da şahittir üstelik. Bu durum o, olan biten herşeyi aşklarının gerçekliğini ispata, onu doğrulamaya yoran aptal aşık olma durumu değil yani, ondan eminim.

Neyse işte geçtiğimiz Cuma gecesi rüyamda gördüm ben onu ve ağlayarak uyandım. Rüya dediğime bakmayın; kabus adeta. Rüyanın içeriği de; biz böyle bir gemideyiz, fırtına falan var, gece, karanlık. Denize düşüyor ve ben tutamıyorum onu düşerken şeklinde. Neredeyse hiç yapmıyordum ya bir mesaj mı yazsam “iyi misin?” falan diye düşündüm. Yapmadım yine. Malum unutacağım, ona da unutturacağım kafasındayım çünkü. Kalktım duşa girdim, yine bir ağlamaktır geldi. Duşta yere çöktüm, bir saat ağlamışımdır kesintisiz. Bir taraftan da günlerdir baskılıyormuşum ki sanırım kendimi bağırıyorum, söyleniyorum, ciddi bir krizdeyim yine. Toparlandım bir şekilde ama günün kaderi belli oldu, bombok geçip gidecek ömrümden bir gün daha.

Akşam aldığım alkolün de etkisiyle tam da o dediğim mesajı yazdım, yolladım. Biz böyle biraz mesajlaştık, “yok bu defa aynı olmayacak, bu gece sonuçlanacak bu iş, geliyorum” falan dedi. Ben tabi "nasıl olsa gelmez" diye düşünürken, hop yola çıktı. 5 saat sonra falan yanımda. Adam yanımda ama ben gideceği saati düşünüyorum yine, içim titriyor, çaktırmıyorum bir taraftan da. Konuştuk ettik, tekrar başladık nihayetinde.

Yola çıkıyor, dönecek, biz krizlerdeyiz. Ağla ağla gözlerimiz şişti. Bir de ben yine delirdim o eski gitmelerini hatırlayıp. Tam yolcu ettim, el salladım, bindi gitti. Eve bir geldim, delireceğim. İçtiği kahvenin kupası bana nanik yapıyor “baaak işte yine gitti” diye. Sehpada bıraktığımız ketçap ve mayonez paketleri kolkola girmişler kupaya katılıyorlar, başlarını sallıyorlar ukala ukala. Bir taraftan kokusu hala evde, sanki ayak izlerini görüyorum. Kriz geldi yine. Aradım, bağırdım, çağırdım ama nasıl ağlamak, konuşamıyorum bile, gözlerimi açamıyorum. “Madem gidecektin yine, neden geliyorsun?! Nefret ediyorum senden! Lanet olsun!” kapattım suratına. Ama nasıl kırgınım, nasıl öfkeliyim... O geceye döndüm, döneceğim... Kapı zili çaldı 5-10 dakika sonra, geldi. O ağlar, ben ağlar... Bir taraftan kendime kızıyorum yine bana bunu yapmasına izin verdim diye, bir taraftan ona kızıyorum; taa Eylül’de gitti o salak şehirde çalışmayı tercih etti diye. Bir taraftan utanıyorum yaptığım şeyden ama içim yanıyor işte, ne yapayım... Durduramadım bir süre kendimi, ağladım da ağladım söylenerek. Dedim "bağlasam seni, kaçırıldı desek?" -ve ben bunu yapmayı gerçekten de düşündüm bir 10 saniye kadar- . Korkmayın ama, aşıklar böyledir. Normal bir hal bu. Sadece hepsi itiraf edemezler. Sonra bu defa herşeyin farklı olacağına, çok güzel olacağına dair cümleler kuruldu ve yine el salladım ardından. Öyle salak gibi, mal gibi...

Bakmayın; ben onu çok sevdim, çok aşık oldum, kendimi mahvettim de aynı zamanda ne kadar aşıksam o kadar da kızdım. Aşk böyle lanet olası birşey işte; kendisi ne kadar şiddetliyse yanında getirdiği bütün o bonus duygular da aynı ölçüde şiddetli oluyor. Nefret de, öfke de, kıskançlık da, şefkat de, falan da filan da... Yani sevdiğin birine kızmakla aşık olduğun birine kızmak aynı olamıyor. Biri sakin sakin halledilebilirken, diğerinde psikopatın allahı oluyorsun, o derece...

Bazen düşünürdüm biz ayrıyken; “allam ben yeniden aşık olayım, hayatımın aşkını bulayım hatta. Bu değilmiş, pis eşşekmiş bu diyeyim. Onunla evleneyim böyle, güzel güzel çocuklarımız olsun ama çok mutlu olalım biz. Paramız bile az olsun gerekirse ama ona bile sevinelim çünkü mutluymuşuz ya biz. Yüzmilyon mutlu olalım, en çok mutlusu olalım. Ama o hiç bulamasın aşkı yeniden, benden başka kimseye aşık olamasın da o zaman anlasın aşkın ne değerli birşey olduğunu. Herkesle yaşanamayacağını. Böyle işinde çok başarılı olsun, kessin-biçsin ama hastaneden eve giderken o filmlerdeki mutsuz orta yaşlı adamlar gibi boynunu büksün, iç çeksin. Eve gitsin, ya kimseler olmasın ya da sırf yanlız ölmiyim diye evlendiği gudubet suratlı, dırdırcı ve salak –ki bence benden sonra aşık olursa onların hepsi de böyle işte!-, hatta koca popolu karısı olsun o evde. Karısı da kısır olsun,-ama hiç yatmıyor olsunlar! keserim pipisini yatarsa!- ohh canıma değer o zaman! O zaman anlasın ve pişman olsun maddeyi aşka tercih ettiği için. Keşke hiç gitmeseydim de, Ankara’da kalsaydım desin. Benim gerçekten ne demek istediğimi o zaman anlasın” diye düşünüyordum. Bazen de “kesin ben ölsem keşke gitmeseydim der, çok pişman olur o zaman” diye... Artık saklamayacağım bunları. Ama bunların amacı onun mutsuz olması değil, sırf beni anlamasıydı. Anlamasını mümkün kılacak durumlar ancak bunlarmış gibi gelirdi o zamanlar. Çaresizliğe bakın, offf! Oysa şimdi anlıyorum ki o, benim ona ilk defa “gitme” dediğim gün aslında ne demek istediğimi hiç anlayamayacak, çünkü bir öküz kadar farkında değil yaşadığımız şeyin. Kazayla falan ölsem keşke, off ama artık!

Şimdi aradı, varmış "şehrine". Bir de ne dedi bana... Yani kötü niyetle söylememiştir -söylememiş olsun!- ama benim gibi manyağa söylenecek laf mı bu? Sen bütün gün ağla, zırla sonra da “İstanbul’a girdim, bir rahatladım” de. Benim kafamdan bir milyon tane şey geçiyor şu anda.

Ben istiyorum ki benim dürüst ve ince düşünceli bir sevgilim olsun. Böyle facebook’a, oraya buraya yılış-yapış, yüzümüzde salak gülümsemelerle fotoğraflarımızı koyalım. Herkes bilsin ki ben onu çok seviyorum, o da beni... İnsan aşık olunca normalde salakça bulup tiksindiği bir sürü şey güzel geliyor çünkü, dünyalara haykırmak istiyor sevdiğini, sevildiğini. Yani mutlu olalım be sadece. Ne bileyim uzakta bile olsa –aman allahım olmasın lütfen- beni sevdiğini bileyim. Onu düşününce içimi sıkıntılar değil, güven duygusu ve huzur kaplasın. Kavga da edelim ama en şiddetli kavgalarımız bile birbirimizi aslında çok sevdiğimiz ve asla bilerek incitmeyeceğimiz fikrinin güvencesinde olsun. Birbirimize emek verelim işte. Bencil olmayalım. İkimiz de bilelim elimizdeki şeyin değerini, onun bize bahşedilmiş bir hazine olduğunu, ne şanslı olduğumuzu... Sonra bilelim herkesin bir sürü insanla, aynı anda birlikte olabileceğini; ama asıl marifetin sadece bir kişiyi sevip ona emek vermek, olduğunu. O kişinin koşulsuz-şartsız en zor günlerinde yanında olacağını bilmeninse hayatta hep 10-0 önde olduğunu bilmekle eşdeğer olduğunu...

Sonra baktık çok iyi gidiyoruz, aile olalım. Bir yemek masasını önce iki kişilik sonra üç kişilik, belki sonra dört kişilik kahkahalarımızla çınlatalım. Birbirimizin bir bakışından anlayalım ne düşündüğünü, ne hissettiğini... Çok şey istiyorum sanki...

Bir mucize olsa hemen, beni böyle sevecek biri olduğunu bilsem, emin olsam ama bundan. O karşıma çıksa ve hemen aklımdakini unutsam, bütün ezberlerimi unutsam... Bütün o zırıl zırıl ağlayan kadın hallerimi, acılarımı unutsam... Kırılan parçalarımı toplasa, yapıştırsa: “Bak, çocukluğundan farkı yok” dese. Ver elini dese, elini tutsam, hemen gitsek... Çok mutlu olsak... Hatta şehir bile istemem. Minicik bir yerde, minicik bir evde, minicik yesek, içsek, yaşasak...

Çok yoruldum artık. Kayboldum adeta... Hiçbir yere ait değilmişim gibi... Boşlukta sallanan sarkaç gibiyim. Başım dönüyor, dizlerim titriyor. İçim çıktı işte anlatıyorum satırlardır.

Oysa verecek çok şeyim var ama çoktan içeriye kaçtılar. Kafalarını çıkarttıklarında gördükleri şeylerden korkuyorlar, gizleniyorlar içimde. Ve hala sonunu bile bile ateşlere atıyorum kendimi. Budalalık yapıyorum. Ve budalalık yapmaktan daha da kötü olan, budalalık yaptığını bile bile budalalık yapmaktır; onu da yapıyorum.

Bir insana olan güveninizi ve inancınızı bir kere kaybettiğinizde onu geri kazanmak mümkün mü? Ne olur biri çıkıp “mümkün” desin. 99 kişi “değil” dese de ben o 1 kişiye inanacağım, söz veriyorum. Kendime bile değil, ona inanacağım. Çünkü ona inanmak istiyorum.

İşte ne duvarım var, ne çatım.
Hala canım acıyor.
İçimdeki “Hahayt! Çok güçlüyüm ben, bana bişey olmaz” kadını da dayanamadı, kaçtı gitti.
Aşk çok boktan birşey, hele benseniz ve canınızı hep onu yakanlara emanet etmek gibi kötü bir alışkanlığınız varsa...
Hayat da boktan:
Aylardan Haziran’sa; nefretlik gök gürültüsü ve lanet yağmur durmuyorsa...
27 yaşında hala gök gürültüsünden korkuyorsanız...
Bazen yatağın altında canavarlar varmış gibi geliyorsa...
Yalnızsanız...

1 yorum:

  1. of offf resmen okurken yaşadım ya ben de o 4 ayı...şu yerlerde sürünme durumunu ben de yaşamıştım en fenasından.ergenlik hiç bitmiyo heralde ya hala mal gibi yiyoruz kendimizi.

    YanıtlaSil