30 May 2010

Yabancılaşma Efekti

Yasına yaş dökmekten kurumuş gözlerden,
son gözyaşlarını da dökerek
bir ölünün ardından ağlar gibi...
Bir taraftan yaşarken ölen kişi,
bir taraftan da beni kolumdan tutmuş,
sürüklerken kendi hayaletini izleyerek aynada,
yaşadığına şahit kulaklarım,
ölmediğine kanıt sesimle
“birimiz ölse diğerinin haberi olamayacak artık!” diye haykırarak
tetikleyen tüm düşüncelerle bu tam zamanlı krizi;
Sitem ediyorum!
Ölüye, hayalete, yaşayana, kendime, sana...

İki yabancı gibi...
Sanki birbirinin kanına ve etine hiç dokunmamış yabancılar gibi...
Ne yürünecek yollar, ne ıslatacak yağmurlar, ne içilecek şaraplar, ne köşebaşları, ne kapı önleri, ne kavgalar, ne kavuşmalar, ne sevişmeler; hiçbiri olmamış gibi...
Ne aynı şehirde yaşamak ortaklığı, ne ortak tanıdıkların olduğu ayrı şehirler; hepsi üstümüze yıkılmış gibi...
Neredeyse dört aylık bir yas süreci...
Günlük, tekerrürden ibaret bu acı
içimde saklanmış bir neşter;
Sağa dönsem batıyor, sola dönsem adın geliyor aklıma.
Karşımda oturan hayaletin,
arkamda bıraktığın cesedin; unutulmuş gibi...
Lanet ediyorum!
Şehre, köşebaşlarına, kendime, sana...


30.05.2010

17 May 2010

Sigarayı bırakan Bpd'li kadın

Henüz 48 saat bile dolmadı...

Bugün tam iki defa annemle konuştum telefonda. "Anaağm anaağğm, gariib anaağm" şeklinde bir yaklaşım içerisinde sürdü konuşmanın genel seyri. Fakat sonunda "off sıkıldım, tamam hadi kapatalım" demek geldi içimden. Özür dilerim anneciğim.

Evdeki bir sürü renk renk, desen desen çakmağın boynu bükük kaldı. Onlara bakıp ağladım. Eski sevgililerimi düşünüp ağladım.
Kahve içmenin anlamsızlaştığını düşünüp, fincanın içine doğru ağladım.
2 gün önce satın aldığım anti tobacco özellikli ev parfümünü koklayıp ağladım.
Hayatımın bir devrinin kapanmak üzere olduğunu farkedip ağladım...

Ayaklarım beni sürekli buzdolabının önüne götürüyor. Kapısını açıp açmamak arasında müthiş bir irade savaşındayım. Bazen yenik düşüyorum ve açıyorum ve elimde bir tabak bilmemneyle dönüyorum salona, bazen de ellerim bomboş. Neyse ki bu durum için bir savunma stratejisi geliştirdim az önce: Markete gidip ne kadar meyve ve sebze bulduysam topladım, buzdolabına yerleştirdim. Fakat hala kendimi sürekli içinde ne vardı diye düşünmekten alıkoyamıyorum. Neyse ki artık içeriği oturduğum yerden gözden geçirebiliyorum ve ziyaretlerim azaldı.

İtiraf ediyorum; bir paket de sigara aldım marketten. Sehpanın üzerine konuşlandırdım. Arkasındaki uyarı önündekinden daha bir “felaket tellalı” olduğundan bana sırtını dönmüş, duruyor orada. Benimse hala yüzüm ona dönük...

Ve yine itiraf etmeliyim ki kendimi çok yalnız hissediyorum bugün. Kendi kendimi ne kadar yalnızlaştırdığımı düşünüyorum sık sık. Şu anda sırtımı sıvazlayıp “bunu da başaracaksın” diyen bir sevgilim olabilirdi elbette. Ve kendime öfkeleniyorum. Sonra bu öfkem başkalarına dönüyor, daha da yalnızlaşıyorum. Her ne kadar ilkel de olsa benim savunma mekanizmam da bu işte; kendime olan öfkemi etrafa yöneltmek. Bunun farkındasınızdır ama aksini ya da daha az inciten bir alternatifini yapabilmek gelmez elinizden. Bir nevi uygulama felci geçiriyorum sanırım bugün...

Oysa hiç de zayıf bir kadın değilim ben. Bugüne kadar bir sürü cehennemden kendi çabamla çıktım. Kimseye eyvallahım olmadı. Hep birilerine ihtiyacım oldu ama bunu kendim dışında kimseye de söz konusu bile etmedim. Başkalarını çekmek bile bu kadar zorken bazı zamanlarda bir de kendinizi çekmek çok ağır gelir ya, işte tam da öyle şu anda.

Elim gayri ihtiyari pakete gitti, hemen geri çekebildim. Sanırım okuduğum kitaba gömülüp 62. sayfaya ağlayacağım bu defa da... Kitabın adının “Suyu Arayan Adam” olması da ayrı bir ironi değil mi?

15 May 2010

Hatırlamak Günü

Bu oldu bugün:
Eski sevgilimden mesaj geldi. Kocaman, uzun bir telefon mesajı...
Ayrılmışız, “herşey bitti” demişiz, aylar geçmiş, başka şehirlerdeyiz...
Baştan beri verilmiş yanlış kararlarla, herşeyi mahveden olmanın hissettirdiği suçluluk duygusu hakimiyetinde geçirilmiş, bol sancılı bir ayrılık süreci...
Kocaman bir ilerleme; yüzünü bile hafızamdan silmeye çabalıyorum ve son derece kararlıyım bunu yapmaya. Ama ne yazık ki bu süreçte her ne zaman ona sırtımı tamamen dönmek üzere olsam yapıyor bunu; içimde hala ona ait olan odaya açılan minicik bir delikten kafasını sokup kendini hatırlatıyor, yüzünü hatırlatıyor. Ve ben uzun zamandır yeni bir başlangıç yapamıyorum, hayata olan konsantasyonum bozuluyor.

Kocaman, upuzun bir telefon mesajı...
Soruyor; “anılar nasıl zamana ve mesafeye karşı koyabilir ki?” diye. Bilemiyorum. Anılar ve zaman arasındaki ilişkiyi hiç bilemiyorum. Yorum yapamıyorum. Onlar öylece duruyorlar evin her köşesinde. Ben onlara ilişmedikçe, onlar da bana zarar vermiyorlar artık.

“Kendi içime döndüğüm her anda yalnız hissediyorum” diyor. Beni düşünüyormuş böyle zamanlarda ve bundan çok yoruluyormuş. Kendini yalnız hissetmesi, içindeki boşluktan dolayı sanırım. Yanlış şeylerle doldurmaya çalışıyor o boşluğu, her zaman yaptığı gibi. Bazen hiçbirşey yapmadan, sadece durup beklemek gerekiyor. Elbet zamanla dolacak o boşluk ve o vakit, gittikçe azalan “beni düşünmeleri” son bulacak, inanıyorum. Elindeki küpü yanlış boşluğa sokmaya çabalayan bir çocuk canlanıyor gözümde.

“Senin için savaşmaya da gücüm kalmadı ki” diyor. Diğer yandan beni silemiyormuş da. Benim için benimle savaşmak zorunda kalmasın diye çıkardım hayatımdan onu; ne çabuk unutmuş... Bak, siliyorsun işte yavaş yavaş... Öte yandan en büyük korkum da hayatı boyunca benim orada, bir yumru gibi içinde olmama alışıp, buna karşı koymayı bırakarak yaşaması. Ben içindeyken başka birini sevebilmesi, ona dokunabilmesi... Unutmalı beni. Evet, silmeli...

Ve yine soruyor her zamanki gibi: “Ne zaman bitecek bu işkence?” O, benim içimde ona ait olan, o odaya açılan, o delikten kafasını sokabilecekken, sokmamayı tercih ettiğinde bitecek sanırım. Ben zaten burada, ayrı bir işkence şekline direniyorum; etrafım onunla çevriliyken, onu unutmaya yelteniyorum fütursuzca.

Son sözleri canımı acıtıyor. Çok acıtıyor. Bir zamanlar büyük bir tutkuyla sevdiğim, bağlandığım ve beni çok iyi tanıdığına inandığım birinin, aslında beni hiç tanımamış olduğunu anlıyorum bir kez daha. Böyle durumlara alışığım, onun tarafından hayal kırıklığına uğratılmaya alışığım. Sorun bu değil. Sitem ediyor bana... Bir böcek gibi, beynimin içinde, onu kemirerek yaşamasına izin vermekten kaçınmama sitem ediyor. Bundan sonra asla benim olmayacak bir sevgiliyi özlemediğim için, beklemediğim için, onun için artık gözyaşı dökmediğim için, nefes alabildiğim için, geceleri uyuyabildiğim için sitem ediyor:
“Neden anlatıyorum ki bunları sana? Onca hatıranın tam ortasındayken bile unutabilmişsin bizi, belki sırrını bana da söylersin...”


- Seninle aramızda hiçbir sır olmadı, olmayacak sevgilim...

11 May 2010

Şinndi şöyle kii...


E bahar geldi anladık anlamasına. Neşelendik, şenlendik de, ben hergün elimde süpürge, ev temizlemek zorunda mıyım arkadaşım?

Teras katında yaşayanlar bilirler; sokağın bütün ağaçları her sonbaharda bütün yapraklarını intikam alırcasına senin terasına döker. Üstelik bu öyle bir günlük, bir haftalık bir merasim de değildir. Köpeğin gider üzerlerine işer, kokar leş gibi. Temizlesen ertesi gün aynı olur. Temizlemesen ayrı dert... Sonra bir gün yağmur yağar, yapraklara sinmiş sidik kokusu kesifleşir. Sonracığıma o sonbahar yağmurunda elinde şarap kadehin, kocaman pencereni açarsın yağmuru izleyeyim diye; o da ne buram buram köpek sidiği romantizmi...

Ben geçen yıl Eylül-Kasım arası dört adet jumbo boy çöp poşeti kadar kurumuş yaprak temizledim terasımdan. Holi şit yani!

Ankara'da keyifli bir semtte oturuyorum. Evim harika bir sokakta. Terasım var; arkadaşlar, dostlar gelir. Mangal yaparız, içeriz, coşarızfalan ama gelin de bana sorun derdini.

Şinndi şöyle kii efenim: Benim, bahar mevsimlerinde bu sokağın ağaçlarından çektiğimi kimse çekmemiştir. İlkbaharı ayrı dert, sonbaharı ayrı. Şimdi de ağaçlar polenlerini başladı. Çerini-çöpünü döküyor, kurtuluyor. Dün bütün terası baştan aşağa yıkadım, temizledim. Bugün manzara fotoğrafta göründüğü üzere; buydu. Vy benim emeklerim! Üstelik terasla da kalmıyor bu durum. Sevgili köpeğim(!) Pamuk bey tüylerine yapıştırmak suretiyle hepsini içeri taşıyor.

Şinndi soruyorum size; ben ne yapayım? Kapıyı sonsuza değin kapatıp "mesela benim terasım da yokmuş" culuk mu oynayayım, yoksa hergün hergün bu ağaçların k*çını mı toplayayım?

Evet. Bi çay koyim ocağa...

9 May 2010

Anneee...

Anneee, ben bugün sesini duyduğumda seni ne kadar çok özlediğimi farkettim uzun zaman sonra. Neler oluyor bana anne? Tüm karşı koyuşlarıma rağmen beynime kodlanmış, sistemleşmiş, kapitalleşmiş bir dayatmadan mütevellit bir acı mıydı bu sabah hissettiğim? Anneee, hergün en az bir defa telefonda konuşmamıza rağmen neden ben bu sabah seni özledim?

Daha mı meyillendi aklımın götürgeçleri yalnızlık hissinden ifrit olmaya? Bütün gece ayaktaydım, sabah uyudum anne. Sonra akşam oldu, uyandım ama istemedim yataktan çıkmayı. Sanki uyansam, biraz daha yaşanmışlığım olsa sanki; beynim patlayacaktı...

Bugün yanlarında olmadığım dostları düşündüm. Terkettiğim adamları sonra. Bugün zaman sanki rakısız lakin bol mezeli bir sofra. Yataktayım, oturmadım o sofraya anne. Benim biraz daha durmaya, dinlenmeye mi ihityacım var hala yoksa?

Biraz yorganıma sarıldım anlamsız bulurken varlığımı. Yataktan çıktığımda ne yiyeceğimi düşündüm, kaç tane sigaram kaldığını... Yağmur yağdı ya bir ara, pencereyi kapattım mıydı, kapatmadım mı? Ne bir dost, ne de bir sevgili; kaygılar elimden tutup yataktan çıkardı beni bugün anne...

Anneee, bak büyüdüm sanırım ben; önümden koskocaman bir hayat geçip giderken, sadece olduğum yerde durup izlemek de yetiyor artık bazen. Ve bütün bunlar olurken, senden izin almıyorum.


09.05.2010

Laf-ü Güzaf

Bir uyaran lüzumu hiss-i vuku’unun ıstıraplı gerçekliğini yüzüme her vurduğunda bu derin hufrenin içine düşmüş dehr, ben de daha bir düşer oluyorum ecvafıma. bütün gücümle tutup soluğumu, dalıyorum derunumdaki hufreye... o, kimsenin olmadığı yerde ben de âfil oluyor, dolaşıyorum ser-te-ser. Bazı ecsad arasından geçip, bazı ecram-ı semaviye mertebesinde durup, bazı ecsam- ı ulviye’yi bulup saklıyorum sol kefimde. dönüyorum ba'de âlem-i cismaniyye’ye, nâçar. bu debdebenin içinde tebeddül çabasındayım, yok başka tasam. Yegane korkum; ecla derdime bir deva bulamamak. edhak düşüyorum cismimden dem-be-dem, effafiyetime mazeret ararken...

buğzetme bana, bühtan etme; câfî olmak yaraşmaz sana yâr...
a’yânın olmuş bir ke’s canfeza nuş, etme giryan yine de, eyleme beni âbkâr ...


neden bu dûzâh’tayım asardan beri? nerede dâr-ı saadet?
kimden sebep bu acz?
nedir bu adem-i te’lîfiyet’imizin esrarı?
seninle beka’yı ervah dururken,
neyleyim sensiz efzunî-yi ömr’ü,
gel def-i mefsedet, benimle abâd olmak ise istiğfar’ının maksadı...



08.05.2010

Bir Şehri Kandırmak

Şimdi ben gecenin içine düşüvermiş minik bir kız çocuğuyum.
Saçlarım sarı, gözlerim mavi boşluk...
Havadan yere öylesine bırakılmış bir tüy gibi
öyle bırakılmış bu taze mevsim gecesinin içine...
En sevdiğim oyuncağım -bir başka şehirden ödünç alınmış- ellerimde,
yalpalayarak yürüyorum adım atmaya korkarak gecenin üstüne üstüne...


Küsmüş, büzülmüş dudaklarımdan çıkması olası her kelimeye öylesine susmuşum ki, kendi sesimi özlemiş kulaklarım. Söylendiğinde dünyayı değiştirebilecek kadar güçlü kelimeler var oysa aklımda. Sadece soluğumu duyuyorum. İnsanın en aşina olduğu şey kendi soluğu olmalı. O kadar alışılmış ki, hiç enteresan gelmiyor varlığı, asla şaşırtmıyor. Varoluşsal bir rutin soluk alıp vermek tıpkı "aidiyet" gibi: Unutamazsınız, reddedemezsiniz, o yoksa siz de yoksunuz. Ait olmayı unuttuğum bu şehir beni sahipleneli asırlar geçmiş gibi sanki. Gözlerim şu kararsız bulutları taklit eder durur. Bir boşalsa! Ah! Bir boşalsa... Ağlasam benim olur mu ödünç oyuncağım? Bir şehri minik bir kız çocuğunun gözyaşları da ikna edemezse başka ne edebilir ki?
Öylesine büyük ki adımlarıma yıkık kaldırımlar, çatlak asfaltlar, su birinkintileri; öylesine zor ki bu şehirde başka bir şehirden ödünç alınan bir oyuncağı saklamak... Kimseler bilmiyor nereye gittiğimi, ben bile. Bir tek Ay... Casus'u olmalı o şehrin zira nereye gitsem peşimde. Her köşede, her sapakta, her toprak, her taşlık yolda... Kafi değil, ne kadar hızlanırsam hızlanayım yetişiyor üzerime diktiği sinsi bakışları. Ceplerime doldurduğum şekerler bitti çoktan, beyaz ayakkabılarımın altı delik-deşik. Çok karanlık, çok çaresizim... Evim de yok, yerim de, yurdum da yok. Ne bir annem var saçlarımı şefkatle tarayacak, ne bir babam şımarmayayım diye geceleri uyurken gelip saçımı okşayacak... Bu şehrin sadece bir gecesine hiçbir yerden düşüvermiş minik bir kız çocuğuyum...
Öylesine bırakılmış...
Tüy gibi...
Sonsuza kadar bu gecenin içinde kaçıp,
başka bir şehirden saklayayım diye aşırdığım oyuncağı...






Kendime not: Olur da bir gün büyürsem hemen unutmalıyım seni ve sevdiğim bütün şairleri...


06.09.2009, (son geceymiş)
01:32,
"Gitme!" demenin Türkçe'den Bence'ye çevirisi.

x2

Zaman belirtir bütün rakamlar karışmış, birbiri içine geçmiş.

Geçmiş şimdi bir ağır yük bütün bedenimi tutmuş,

Tutmuş da sarsıyor bir ileri bir geri...

Geri de duramıyorum senden, bir adım ileri de gidilmiyor seninle durduğumuz bu yerden!

Yerden yüksekliği tartışılır bir uçurumun tepesinden düşsek?

“Düş” sek birlikte kim inanır bize? Ne ivme kazanır varlığımız?

Varlığımız ki hafiflik devinimlerinden yeni çıkmışlık alametiyken buldu birbirini,

Birbirini bulan iki kayıp çocuktuk sanki.

Sanki ben hiç olmamışım da sen de ya yoksan diye ne çok düşünülüyor,

Düşünülüyorsa da olmuyor, kelimeleri kurtarsak biz düşüyoruz, biz düşünce onlar tepetaklak.

Tepetaklak konmuş duruyor aklımın her ülkesinde sana dair birer olumsuzluk eki...




10.09.2009

Kapı

“Seninle biz hiçbirşey değildik.
İçimin haritasında nereleri gezip dolaştıysan; hepsi o...”


“Ben seni lanetledim” demiştim demir kapıyı üzerine son kez kapattığımda. Elimde kalan, en kör cam parçasıydı kırılmış kadehimin. Keskin olanlarsa çoktan tabanlarıma batmıştı seninle yürüdüğümüz yoldan dönerken. Onunla kanatmaya çalışırken etimi; bir suç gibi kararlıydım tenimin haritasındaki sana ait bütün harfleri silmeye. Sonra bir telkin kadar düşünmüş ve bir ceza gibi hesaplamıştım “gelecek” olacak, geçecek zamanları.

Korkmaya meyilli değildi içimin eşkıyaları o vakitler; habire bir gürültü, patırtı, nereye baksak bir nümayiş cereyandaydı. Silah sesleri arasında sevişir, her ne an bir yakarış duysak giyinip sokaklara atardık kendimizi –bazen de giyinmeye bile fırsat olmazdı-.

Çıplak sırtlarımıza bıçaklar dayanırdı. O vakitler sokaklar, sokaklarda insanlar da bıçak sırtındaydı... Sotede bir yer bulup soluklandığımızda önümüzden geçen herşey bizimdi, hiçbir yokluk, yoksunluk çekmememiz bundandı belki de. Takmıyorduk artık kayıbın hiçbir çeşidini yeşerttiğimiz herşeyi zaten kaybettiğimizden muhtelif çatışmalarda. Üzerine basıp geçilen birşeydi aidiyet ve sahip olmak baştan yitirmekti. Zamanımız yoktu bunlar için o kavga senin, bu kavga benim dolaşıp durmaktan. İkimizden biri önden gidecekti ve belki de bundandı birbirimizi atlatıp tek sıkımlık tabancalarda ilk kurşun olma çabalarımız...

“Ben seni lanetledim” demiştim ilk kez korktuğuna şahit olduğumda. Hava barut ve yanmış et kokuyordu, ıslaktı... Sen kucağımda yatıyor, boşluk rengi gözlerini kocaman açmış bana bakıyordun üzerime kanarken...

Demirden bir kapıydı artık benim için yitirmek, üzerine kapattığım... Ben... Dizlerimi kanının tüm ağırlığıyla taşırken hiç korkmadım...


09.03.2010