13 Haz 2010

Kutulanmadan Vadedilmiş Cennet

Küçük bir yerde büyüdüm ben. Denizi olan küçük bir yer. Bütün çocukluğum ve ilk gençliğim orada geçti. Sonra Ankara’ya, dağları olan kocaman bir yere geldim.. Lakin anlatacağım bu değildir.

Sabah ezanını heryerden duyardınız orada, bir de akşamüstleri okullarından çıkan çocukların şamatalarını. Herkesi tanırdınız, bilirdiniz. Kim-kiminle evlenmiş, kim-kimden ayrılmış, kimin evinde o akşam ne pişecek bilmek isterseniz; hepsini bilirdiniz. Nasıl ki dünya globaldir diyorlar bugün, sınırlar kalktı; orası kendi sınırları dahilinde hep öyleydi; mesafeler, mesafelerle varılan duvarlar, duvarlarla örülmüş haneler, haneler içinde başka başka hayatlar olsa da herkes yakındı, herkesi bilirdiniz isterseniz, yeter ki isteyiniz.

Meyveler, sebzeler her daim taze, ağaçlar daha bir yeşildi. Suyu “su”, havası “hava”, toprağı “toprak”, insanı “insan” dı. Fakat ben bunları da anlatmayacağım.

Sokakta yürürken sık sık karşılaşacağınız bir manzara vardı oralarda bir de. Memleketin başı ve sonu arasındaki mesafe de kendisi gibi “küçük” olduğundan, insanlar cenazelerini omuzlarında taşıyarak götürürlerdi ebedi istirahathanesine. Ve bu size gözardı ettiğiniz ve hatta unuttuğunuz bir gerçeği hatırlatırdı her defasında: Ölümü. Ve oranın insanları günde en az birkaç defa bilirlerdi birgün öleceklerini. Fakat henüz ölümü anlamlandıramadığınız bir yaştaysanız korkardınız, kafanız karışırdı bu manzara karşısında. Yanınızda bir büyüğünüz olurdu, sıkı sıkı tutardınız elini. Onun eline kaçar, sığınırdınız. Çünkü o kaçtığınız şeyin aslında yaşamdaki “en gerçek” şey olduğunu öğrenmeniz için önünüzde çok uzun yıllar vardı daha.

Böyle bir manzarayla ilk defa karşılaştığımda 6 yaşındaydım. Dışarıda oyun oynamak için ilk defa o yaz izin verilmişti bana. Evimizin karşısındaki sokakta arkadaşlarımla oyun oynuyordum. Oyuna o kadar kaptırmıştım ki, arkadan gelmekte olan kalabalığı farketmemiştim ve birden o kalabalığın içinde buldum kendimi. Kenara, kaldırıma kaçmak istedim ama bir boşluk bulup delemedim kalabalığı. Ben yerimde duruyordum, etrafımdan insanlar geçiyordu. Birden üzerimde bir karartı hissettim. Kafamı kaldırıp yukarıya baktığımda, üzerimde uzun bir kutunun altı olduğu belli olan bir tahta parçası vardı, etrafındaysa onu omuzlamış adamlar. Bağıra bağıra ağlamaya başladığımda kalabalıktan biri beni farketmiş olacak ki kolumdan tutup insanların arasından çıkardı ve yol kenarına götürdü. Koşarak eve gittiğimi ve çok korktuğumu hatırlıyorum. Annem de, bana ne olduğunu anlayana kadar çok endişelenmişti. Sonra izah etmeye çalıştı durumu. Ölen köpeğimizden bahsetti. Oysa ben o ana kadar insanların hayatlarının da hayvanlar gibi bir gün sonlanacağını düşünmemiştim bile. Bir sürü soru sormuştum:

-Sen de ölücek misin?

-Ya babam?

-Babaannem? Dedem?

-Hanginiz önce ölücek, en yaşlınız mı?

-Ölünce nereye gidiceksiniz?

-Ben sizi bi daha görmiycek miyim?

Daha çok ağladım aldığım cevaplar karşısında. Sabırla anlattı annem: Bunun korkulacak birşey olmadığını, herkesin eninde sonunda birgün öleceğini, ölümün kaçınılmaz olduğunu ama iyi insanlar olarak yaşarsak hepimizin birgün cennet denen yerde tekrar buluşacağımızı anlattı; dün gibi hatırlıyorum. Bu cennet fikri su serpmemişti yüreğime. Çünkü ya ben iyi olduğum halde onlardan bir tanesi kötü olursaydı? Onu bir daha hiç göremeyecek miydim? Çok üzüldüm. Ben ölümü ilk defa o gün öğrendim. O günden sonra defalarca o günü düşündüm. O günden sonra bütün sevdiklerime “ya yarın onu göremezsem” düşüncesiyle yaklaştım. Sevdiklerine “seni seviyorum” diyemeyen insanlardan olmadım hiç. Yanımdayken hep gözlerinin içine baktım, onlar için yapabileceğim herşeyi yapmaya çalıştım. Özlediğimde söyledim, dokunmak istediğimde dokundum, sarıldım, öptüm, seviştim.

10 yaşındayken büyükannemi kaybettiğimdeyse ilk defa tanıdığım birinin ölümüne şahit oldum. Çocuktum henüz. Aklıma gelince çok üzülüyor ama arada yakınlarıyla cenaze evine gelen diğer çocuklarla oyuna dalıyor, üzülme işini büyüklere bırakıyordum. Aradan birkaç gün geçip de kendimle başbaşa kaldığımda anlayabildim benim tatlı büyükannemin yokluğunu. Gittiğini ve bir daha geri gelmeyeceğini. Keşke onu daha çok sevebilseydim, onunla daha çok ilgilenebilseydim, yatağına o kanadı koparılmış sinekleri koymasaydım, kolonyasından gizli gizli sürünmeseydim diye çok düşündüm. Hala düşünürüm...

Eşyaları toplandı. Tıpkı büyükannemi bir kutuya koydukları gibi onları da kutulara koydular ve hepsi gitti.

İnsanlar öldüğünde kendileri kutulanıyor.

İnsanlar ölünce eşyaları da kendileri gibi; kutulanıyor.

Kutuda insanlar,

kutuda eşyalar...

Hepsi bir.

Toprağın altında bir kutu. Tıpkı değerli bir eşyayı kimse bulamasın diye bir kutuya koyup, gizlemek için evin bahçesine gömer gibi...

Toprağın içinde yapayalnızdı. Ya gece olunca? Ya böcekler? Kutu korur muydu onu? Annem “hissetmez” dedi. Ruhu bedeninin içinde değilmiş artık. Peki ama nerede? “Nerede görmek istersem orada" ymış bundan böyle büyükannem. Yanımda istiyorum! Hani?

Ailenin en yaşlısı büyükannemdi. Ne yani sırada dedem mi vardı? Onu mu kaybedecektim? Sonra babaannem miydi? Hayır! Çok korkuyordum düşündükçe...

Öyle olmadı. Birkaç sene sonra amcam gitti. Ama bu işte bir yanlışlık olmalıydı... 33 yaşındaydı o. Gençti daha. Sıraya ne olmuştu? Ben ölümün insanları sırayla alıp götüren birşey olmadığını o gün öğrendim. O günden sonra kaybetme korkusu zincirime herkesi ekledim.

Birkaç ay geçti aradan ve dedem... İlk bayramlığım, kırmızı çizmelerim, ilk bisikletim... Hepsini kutuladılar, götürdüler, gömdüler... Ağızlığı(öyle derdi eskiler), çakmağı, uğurlu kuru eriği, bastonu bir köşede kaldılar öyle; boyunları bükük. Babaannem de “hayat arkadaşı” nı kaybetti. O günden sonra hiç yapmadı o çok sevdiğimiz peynirini. Kurabiyeleri bile eskisi gibi kokmadı. O günlerde farkettim ki;

Çocukluğumun geçtiği evde kokular, lezzetler eksiliyordu.

Çocukluğum geçtiği evden ayak sesleri, kahkahalar, insanlar eksiliyordu.

Çocukluğumun şahitleri eksiliyordu.

Çocukluğum eksiliyordu.

Öğrendim ki hayat böyle birşey; sevdiğimiz insanları tek tek kaybediyor ve bunu engellemek için hiçbirşey yapamıyoruz.

-Anne!

-Kızım???

-Ben ölürsem beni sakın kutuya koymayın tamam mı?!!

Bağıra bağıra ağlayarak annemin yanına koşarken bunları söylemiştim. Ağlayarak kucağında uyuyakalmıştım sonra...

Ölüm hep düşündürüyor insanı. “Bir insan var gözlerinin önünde, capcanlı, dipdiri. Sonra akşam oluyor, yatıp uyuyorsun. Sabah uyandığında bir bakıyorsun o artık yok. Dün ne kadar yaşamsa o, bugün o kadar ölüm. Bir beden var karşında yatan ama o artık o insan değil. Yani tanımasan “o” dersin ama değil işte... Bir anlamdan diğerine geçiyor madde. Peki nereye gidiyor bu kadar insan?” O zamanlar böyleydi ölüm benim için; sürekli sorular barındırıyordu, cevaplarıysa sadece bir daha asla göremeyeceğim insanlarda saklıydı. Ölüm kocaman bir soruydu o zamanlar. İşte ben de bu soruya cevap ararken anlamlandırdım ölümü hepimiz gibi. Tanıdıklarımın ya da tanımadıklarımın ölümlerine yas tutarken.

Yıllar geçtikçe insanın yaşama bakışı nasıl şekilleniyor ve değişiyorsa, ölüme bakışı da aynen öyle değişiyormuş oysa. Bir dönem yok oldukları düşüncesine karşı savunma mekanizması olarak bin türlü teori geliştirdim. Mistik şeyler, mantık dışı şeyler. Onlara inanmak istedim. Çünkü sen hayattayken, hala yaşıyorken, sevdiğin birinin ölmesi çok acıtıyor canını. Fakat artık biliyorum ki ölmek demek, yok olmak demek değil.

Şu anda onlara ne olmuş olursa olsun, nasıl ki bir zamanlar hayatlarımızın birer parçasıydılarsa, şimdi de öyleler. Onlar bizde yaşıyorlar. Ben ne zaman bisiklet kullansam, bana ilk bisikletimi alan dedemi hatırlıyorum. Sesini duyuyorum. Bana onu verirken yüzündeki o mutluluk dolu ifadeyi tekrar görüyorum. Büyükannem ise koltuğuna oturmuş, önemli birşey düşünüyor; eli çenesinin altında işaret parmağı dudaklarına dik sağa-sola hafifçe sallanarak. Amcam karşısındaki koltukta, ertesi gün çıkacağı av için fişeklerini dolduruyor. Onu izliyor, bir taraftan da kutudaki saçmalarla oynuyorum. Her ne zaman yüzleri gözümün önüne gelse yitirdiğim insanların, onlara gülümsüyorum. Hep en güzel şeyleri hatırlıyorum. Ve uzun zamandır korkmuyorum ölümden. Ölümün acıtabilecek tek yanının yitirdiğin kişiye dair eksikliklerin, ona karşı hataların ve duyduğun pişmanlıklar olduğunu biliyorum çünkü. Bunu farkettiğinde pişmanlık duymanı gerektirecek şeyler yapmamaya gayret ediyorsun sevdiklerin hayattayken. Hep keşkeler oluyor yitirilen insanların ardından fakat aslolan o "keşke" lerde mantık bulamadığınızda "öyle olması gerekiyordu" diyebilmek oluyor.

Elbette hala ölümden sonrasını bilmiyorum. Hala eskiden onunla ilgili sorduğum bir sürü soru cevapsız. Onları yazdığım defteri kapattım gitti. Çünkü çok daha önemli birşey var artık elimde: Ölümün yaşamı nasıl gerçek ve anlamlı kıldığını öğrendim ve hala yaşadığıma göre asıl ihtiyacım olan şey yaşamla ilgili sorularımın cevapları. Onları arıyorum artık.

Yaşama dair tek ayrılık biçiminin ise ölüm aracılığıyla gelen ayrılık olmadığını öğrendim. Sevdiğin ve yolunun başka bir biçimde ayrıldığı insanlar da oluyor mutlaka yaşamın akışı dahilinde. Bazen, ikinizden biri ölmediği halde, hayatın boyunca bir daha asla göremeyecek olduğun bir insanı düşünmek de en az sevdiğin birinin ölümü kadar acıtıyor canını. “En azından yaşıyor, ya ölseydi?” diye düşünemiyorsun. Bu acının yanında “öldü o...” diyebilmek bile daha rahatlatıcı olabilir gibi geliyor insana. Elbette kimsenin durup dururken ölmesini istediğim falan yok. Bir acıyı tarif etmeye çalışıyorum sadece. Yaşanmış kocaman yılları, anıları kutulara sığdırmak zorunda kalıyorsun. Üzerine gözyaşınla, kanınla yazıyorsun o kutunun hayatının kapanan hangi dönemine ait olduğunu.

“Ruhu olan kutuların yanında, artık yaşamayan bedenlerin kutulanmış olması bir önem taşımıyor” diye düşünüyorsun... Ve hatta çoğu zaman kendine “Yaşam mı? Ölüm mü?” diye sorup yaşamını bir seçenek haline getiriyorsun...




Sizi bilmem ama ben şayet inanıyor olsaydım, bana vadedilen cennet; çocukluğumun geçtiği o evde, o kocaman yemek masasının etrafında, bir yaz akşamı, sevdiğim herkesle birlikte; kahkahalarımız dallara vurup yankılanırken, masayı sallayıp herkesin çorbasını döken o muzip çocuk olmak şeklinde, kutulanmadan sunulmalıydı önüme. İşte o zaman belki ölüm ya da yaşam şu anda birer seçenek olmaktan çıkardı benim için...

2 yorum:

  1. ne desem ki...derin...hüzünlü...
    ilk aklıma gelen, eline sağlık demek sanırım, garip...
    güzel...

    YanıtlaSil
  2. yazıyorum işte öyle aklımdan geleni geçeni...
    okuyana ne hissettirdiğini de çok merak ediyorum ama bazılarının. bu da onlardandı.
    çok teşekkür ederim noucturnalcım.

    YanıtlaSil